
Bizim gündemimize girmedi, ama dünya uzun zamandır - yine - Ukrayna ile yatıp kalkıyor. “Büyük devlet” başkanları veya dışişleri bakanları neredeyse her gün buluşup bu konuyu görüşüyor, krize bir çözüm bulmaya çalışıyorlar.
Bu, iyiye alamet değildir. Çünkü, diplomatik faaliyetlerin artması, krizin büyümesi ve/veya savaşın yaklaşması anlamına gelir.
Bu durumda bizim de bu krizin neden çıktığını, nereye evrilme eğiliminde olduğunu analiz edip bir tavır belirlememiz gerekiyor.
Çünkü böyle krizler bütün dünyayı etkiler ve herkes çıkarlarını gözden geçirir, yeni pozisyon alır, saf tutar.
Gelecek öngörüleri, dengeler, ittifaklar... hepsi değişir.
Öncelikle şunu söyleyelim: Bu kriz, Rusya-Ukrayna arasında değil; küresel güçler arasında bir krizdir. "Dünya Krizi"dir. Bu nedenle bir "Dünya Savaşı"na dönüşme potansiyelini içinde taşımakta ve krizin merkezi veya "Gordion Düğümü", hemen yanı başımızdaki, tarihi vatanımız Çerkesya’ya komşu bir ülkede; Ukrayna'da olduğu için bizi de etkilemekte ve ilgilendirmektedir.
2014’ün Kasım ayında Kiew’de, “Majdan”da başlayan gösteriler bir “sağ-faşist” darbeyle sonuçlandığında, Mart 2015’te, Ukrayna'nın dünya ekonomik-siyasi sisteminin düğümlendiği bir coğrafya olacağını, yeni bir "paylaşım savaşı"nı tetikleyebileceğini söylemiştik. (https://www.infocherkessia.com/tr/yazarlar/hatko-schamis/insanligi-ukrayna-dan-tehdit-eden-emperyalist-savas)
Öngörümüzde yanılmadık, Ukrayna bir kez daha dünyanın gündeminde ve bu kez çok daha ciddi bir savaş tehdidi var.
Elbette mutlaka bir savaş çıkacağını iddia etmiyoruz. Ama küresel güçler arasındaki bir savaş tehdidi dahi, dünyayı savaş kadar etkiler; değiştirir ve dönüştürür. Bu nedenle biz de “Ukrayna Sorunu”nu, öncesini bir kez daha hatırlatarak yeniden ele almaya karar verdik.
Gittikçe büyüme ve sıcak çatışma eğilimi gösteren, 'Ukrayna Sorunu' yeni ortaya çıkmadı. “Turuncu Devrim” belki de bir başlangıç olarak alınabilir, ama biz çok geriye gitmemiz gerektiğini düşünüyoruz.
İkinci paylaşım savaşı öncesini; kapitalist-emperyalist dünyanın büyükleri İngiltere'yi, Fransa'yı... ve dünyanın yeniden paylaşılması gerektiğini söyleyerek silahlanan Almanya'yı, İtalya'yı ve Japonya'yı hatırlayın. Almanya'nın talepleri ve taleplerini dünyaya zorla kabul ettirmek istemesi dengeleri değiştirmiş, tarihsel ve politik olarak SSCB'yi kendilerine tehdit-düşman gören İngiltere, Fransa ve ABD gibi ülkeleri bile SSCB ile ittifak yapmaya zorlamıştı.
Ama sadece “büyük devletler” değillerdi tavır değiştirip yeni ittifaklar kuranlar. Bütün devletler, politik örgütler... sıradan insanlar bile tavırlarını, söylemlerini, sloganlarını gözden geçirdiler. Dünyaya başka bir gözle bakmaya başladılar.
Daha kısa bir süre öncesine kadar birbirleri ile mücadele edenler barıştılar veya ateşkes ilan ettiler aralarında. Çünkü sağcısı, solcusu, demokratı, liberali, dindarı ve dinsizi ile bütün insanlığı tehdit eden, yıkıcı bir savaş tehdidi vardı: Almanya, İtalya, Japonya ve bunların kuklası birkaç devlet ile faşistler bir tarafta; geriye kalan dünya diğer tarafta saf tutmuştu. Tutmak zorunda kalmışlardı.
Elbette ideolojik-politik farkların farkındaydı herkes ve bu farklar ortadan kalkmadı; ama savaşı bertaraf etmek, savaş karşıtı olmak veya muhtemel bir savaşı durdurmak herkesin çıkarınaydı.
İnsanlık, hatta faşizmle birlikte sosyalizmin de toprağa gömülmesini isteyen ABD, İngiltere, Fransa bile dünyanın yeniden paylaşılmasını dayatan saldırgan, faşist devletlere karşı örgütlendi.
Ve belki savaş değil, ama faşizmin dünyayı ele geçirmesi, daha büyük yıkımlar ve insanlık suçları engellendi.
Bu geçmişi tekrar hatırlamamızın nedeni, dünyanın içinde bulunduğu durum ve yeni bir dünya savaşı tehdidi.
Ve Sosyalist Blok'un dağılması sonrası tek süper güç olarak kalan ABD'nin önderliğindeki “Batı”nın, egemenliğini, yani “tek kutuplu dünya düzeni”ni dünyaya dayatması, sisteme entegre olmayan, direnen güçlere ve devletlere diz çöktürmek istemesi.
Elbette ABD ile birlikte saf tutan Batı’nın bir çok ülkesi de bu “yeni dünya düzeni”nden nemalanıyorlar; ama kendileri bir kutup olma hakkına sahip değiller. Önce ABD'nin çıkarları gözetilmek zorunda. Çünkü para ve askeri güç onda!
Son otuz yıl, eski sosyalist ülkelerin “yeni dünya düzeni”ne entegre edilmesi ile geçti. Buna direnen, bağımsızlığını korumak isteyenlerin başlarına bombalar yağdı. Açlığı bir türlü giderilemeyen kapitalist dünya için yeni pazarlar açıldı. Kriz ertelendi veya yumuşatıldı.
Ama o yolun da sonuna geldik. Çünkü artık sıra Rusya, Çin gibi daha büyük ülkelere geldi ve bu ülkeler 30 yıl öncesine göre ekonomik, siyasi ve askeri olarak çok daha güçlüler.
Rusya, Çin ve başta Almanya olmak üzere, bazı Avrupalı devletler, “Tek Kutuplu Dünya Düzeni”nden memnun değiller. Pazardan daha çok pay talep ediyor, dünyanın yeniden paylaşılmasını veya yeni bir dünya düzeninin kurulmasını istiyorlar.
Almanya, İkinci Paylaşım Savaşı sonrası, ABD’nin himayesinde büyüdü, SSCB sonrası Doğu Avrupa’daki eski sosyalist ülkelerini ekonomik olarak yuttu. Ama “Batı”nın askeri örgütü NATO, artık Almanya’nın ( ve Fransa’nın ) yeni pazarlara; Rusya’ya ve Çin’e açılmalarının önünde bir engel. Macron’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” sözlerinin altında yatan gerçek de bu.
Çünkü Rusya’yı ve Çin’i kendi düzenine “düşman” ilan eden ABD, çatışmadan besleniyor. Haraç alıyor, silah satıyor. Çoğunlukla kendi çıkardığı çatışmalar, gerilimler ve yaptırımlar sayesinde peşinden sürüklediği “Batı”yı da hizaya getiriyor.
Bu nedenle, mesela Almanya’nın Rusya’daki yatırımları ve ihracatı düşüyor. Veya daha ucuz olan Rusya doğal gazını Avrupa’ya taşımak için inşa ettiği “Kuzey Akım 2”yi işletemiyor. ABD, dünya pazarlarına göre daha pahalı olan kendi sıvılaştırılmış gazını almaya zorluyor.
Rusya, 1990’larda içine düştüğü kaostan kurtuldu. Sistemini, devletin baskı aygıtlarını da kullanarak stabilize etti. Önüne iki stratejik hedef koydu:
1- Putin’e göre, Rusya artık “halkların hapishanesi” olmamalı, ama “çok uluslu bir devlet” de olmamalı. Bu nedenle, Federasyonun birimlerinin ( Cumhuriyetlerin, özerk bölgelerin… ) 90’lı yılardaki kazanımlarını tırpanladı. Rusya’da, artık ulusal-etnik birimlerin, hatta Cumhuriyetlerin siyasi güçleri yok denecek kadar az.
Ama Putin, bunu da yeterli görmüyor. Niyeti, Lenin’i eleştirirken dile getirdiği sözlerinde gizli: Bir söyleşide Putin şöyle demişti: “Lenin, Rusya’nın devletlilik geleneğinin dibine dinamit ekti”.
Kimileri Putin’in bu sözlerini sosyalizme bir eleştiri olarak anladı. Halbuki, Putin, Lenin’in ulusal sorunları çözme yöntemini: “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı ve ulusal kimliklere tanıdığı hak ve özgürlükleri eleştirmişti.
Ki son yıllarda Rusya’daki uygulamalar, Putin'in “üniter bir Rusya” istediğini gösteriyor. Ama aceleleri yok, yavaş yavaş inşa ediyorlar “Üniter Rusya’yı”.
“Rusya ulusu” diye bir kavram uydurdular. Çok “uluslu-halklı Rusya” diyorlar adına. Sözde bütün halklar eşit, ama Rus kimliği altında!
Bu nedenle Rus kimliğini güçlendirmek için hummalı bir çalışma yapıyorlar. Hergün bir ulusal bayram var, hergün bir “önemli gün” kutlanıyor. Rus olan her şey göklere çıkarılıyor, “birlik” kutsanıyor.
Elbette bir ülkenin birliği korumak istemesi yanlış değil; ama “birlik” böyle kutsandığında başka her şey önemsizleşiyor. “Birliğe zarar veriyor” denilerek bütün haklar ve özgürlükler vatan hainliği ile aynı anlamda kullanılıyor.
Rusya’nın, gazetecilerin ve insan hakları savunucularının dünyada en çok baskı altında olduğu ülkelerden biri olması tesadüf değil.
İnsan hak ve özgürlükler veya demokrasi “batı tipi demokrasi Rusya’ya, Rus kültürüne uymaz” denilerek bir tehdit ve ajan faaliyeti olarak empoze ediliyor insanlara.
Kimliğin koruyucusu anadillerinin hiçbir fonksiyonları ve prestijleri kalmadı. Elbette bir yasak yok, ama sözde “devlet dili-resmi dil” olan bu dillerin öğretilmeleri ve kullanılmaları gereksiz hale geldi.
Anadil eğitimi “seçmeli”, anadilde eğitim göstermelik. Rusça da bilmiyorsanız, oturum bile alamazsınız.
Kısaca, Rusya üniter bir devlet olma yolunda ilerliyor...
2- Ama böyle bir “İmparatorluk”un sadece sınırları içerisinde alacağı önlemlerle kurulamayacağını-yaşatılamayacağını da biliyor Rusya. Bu nedenle en azından eski SSCB statüsünü yeniden kazanmaya çalışıyor ve bunun hukukunun yapılmasını istiyor.
“Batı”, soğuk savaşı kazandıktan ve SSCC dağıldıktan sonra zafer sarhoşluğu içine girdi. “Kapitalizmin nihai zaferi”ni ilan etti. “Tek kutuplu dünya” dedikleri, Batı’nın, kendi çıkarlarına göre yönettiği dünya demekti. Bütün ülkeleri bu dünyaya entegre etmeye çalıştılar. Buna, “küreselleşme” dediler.
İkinci paylaşım Savaşı sonrası, statükoyu korumak için kurulan Birleşmiş Milletler’in, kuralların, hukukun hiçbir değeri kalmadı.
Rusya, bu düzene itiraz ediyor.
Ama “dünya beşten büyüktür” diyerek, BM’in yapısının değişmesini isteyen AKP genel başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan farklı olarak, Putin, BM’in yapısının değişmesini değil, eski yapısının ve hukukunun korunmasını istiyor.
Yugoslavya’ya, Irak’a, Suriye’ye BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan “müdahale" edilmesinin, Kosova’nın bağımsızlığının tanınmasının bir hukuksuzluk olduğunu, Libya’da aldatıldığını söylüyor.
Kendisine "sıradan bir ülke" muamelesi yapılmasını istemiyor.
Putin, bu eleştirilerinde; NATO’nun genişlemesine ve Rusya’nın sınırlarına asker ve füze yerleştirmesine yönelik eleştirilerinde haklı.
SSCB’nin dağıldığı yıllarda, NATO’nun genişlemeyeceğine dair sözler verilmişti Rusya’ya. Bunlar kağıda dökülmemişti; ama en yüksek ağızlardan dile gelen bu sözleri Rusya “garanti” olarak kabul etmişti.
Ama Batı, sözünde durmadı. Rusya’ya doğru genişledi. Bünyesine kattığı ülkeleri silahlandırdı, ordularını eğitti. Bazılarına Rusya’yı tehdit eden füzeler yerleştirdi. Hergün bir tatbikat yapıyor.
Rusya bunu, yıllardır eleştiriyor.
Özellikle 10 Şubat 2007'de Münih Güvenlik Konferansı'nda Rusya Devlet Başkanı Putin’in konuşması hem tarihi öneme sahiptir, hem de bugünlerde yaşananların habercisidir.
İktidarının 7. yılında kürsüye çıkan Putin, yaptığı uzun konuşmada, "Günümüz dünyasında, tek kutuplu dünya kabul edilemez ve imkansız" diyerek, Rusya'nın küresel güç olarak sahneye geri dönüşünü ilan etmiş ve sözlerini şöyle bitirmişti:
“Bence, NATO'nun genişlemesinin ittifakın kendi modernizasyonu veya Avrupa'da güvenliğin sağlanması ile hiçbir ilgisi olmadığı gayet açık. Tam aksine müşterek güvenin seviyesini düşüren ciddi bir provokasyonu temsil etmektedir. Ve şu soruları sorma hakkımız var: Bu genişleme kime karşı? Ve Varşova Paktı'nın sona ermesinden sonra batılı ortaklarımızın verdikleri sözlere ne oldu? Kimse onları hatırlamıyor bile. Ama ben hatırlatıyorum. NATO Genel Sekreteri Sayın Wörner 17 Mayıs 1990 tarihinde Brüksel'de yaptığı konuşmada ‘Almanya dışına bir NATO ordusu yerleştirmemeye hazır olduğumuz gerçeği Sovyetler Birliği'ne kesin bir güvenlik garantisi verir’ demişti. Bu garantiler nerede?”
Haksız mı? Değil.
Ama bu kadar ciddi eleştirilere Batı’nın verdiği cevap, Condoleezza Rice’ın ağzından “Rusya’nın çıkarları, sınırlarının bittiği yerde biter” oldu…
Çerkesya Hareketi
15 Şubat 2022



