Fahri Huvaj: Soru ve Cevaplarla 'Dönüşün Doğuşu ve Yokuşu' -1- Hatko Schamis

#7880 Ekleme Tarihi 21/01/2022 11:30:37

Fahri Abi ile '1 Ağustos Vatana Günü' öncesi bir röportaj yapmak istedik. Sorularımızı gönderdik, ama o günlerde çok yoğun olduğu için Fahri Abi'nin cevapları 1 Ağustos'tan sonra geçti elimize. 

Bu güzel röportajın başka gündemler içinde kaybolmaması için uygun bir zamanı bekledik. 

Fahri Abimizi anlatmaya gerek yok sanırım. Camiamızın yakından tanıdığı, hayatı "Çerkeslik" içinde geçmiş, çalışkan, üretken, kendisini yenileyebilen bir büyüğümüz ve eleştirilerini saygı sınırlarını aşmadan dile getirebilen nadir bir insan.

Kendisi ile bir kaç kez yüz yüze sohpet de ettim. Bazı konularda farklı düşünsem de sohpet ederken hiç "saldırıya uğramadım". 

En önemlisi de beni dinlediğini, değer verdiğini hissettim.

"Dönüş" bugünlerde gündemden düşüyor veya düşürülüyor ve yerine "Anavatanla İlişkiler" gibi bir şey konulmak isteniyor gibi.

Bunun nesnel nedeni, "Dönüş"ün önündeki engeller ve Çerkeslerin diasporada "sürgünlük"ten, "göçmenliğe" doğru evrilmeleri. 

Öznel nedeni ise, "Dönüş"ün örgütsüz olması. 

Dönüş düşüncesini anlatanların ve örgütlemeye çalışanların hataları var mı, var elbette. Ama bunları başka bir yazıda tartışmak isterim.

Röportajın soruları, topluca-yazılı olarak gönderildiği ve cevaplar da topluca-yazılı olarak alındığı için, bazı tekrarlar olabilir. Okuyucunun affına sığınıyoruz. 

Bir de, okuyucularımızın alıştığı format nedeniyle, bazı paragrafları böldük. Önemli bulduğumuz cümleler daha görünür olsun diye. 

Şimdi Fahri Abiyi dinleyelim...

Hatko Schamis - Baştan, en baştan başlamak istiyorum Fahri abi, "Dönüş" düşüncesi nereden, nasıl ortaya çıktı? Yani, elbette "atalarımız veya dedelerimiz diasporaya geldikleri ilk günden beri vatana geri dönmek istediler"; ama daha sonra "Dönüş Hareketi"ne veya "Dönüş Grubu"na dönüşen ve diaspora Çerkesleri arasında hızla yayılıp sahiplenilen "Dönüş Düşüncesi" nasıl ve nerede ortaya çıktı? 

Fahri Huvaj - "Osmanlı ülkesine ayak basan ve umduklarını bulamayan dedelerimizin ilk günlerden beri vatana geri dönmek istedikleri" doğrudur. Hatta Anadolu’daki birçok Çerkes köyünde o yıllarda yapılan eski evlere bakılırsa, o evlerin çok basit, temelsiz, derme-çatma yapılar olduğu görülür. Bunu ekonomik nedenler de etkilemiş olabilir ama öyle anlaşılıyor ki; ‘nasılsa burada geçiciyiz, bugün-yarın Vatanımıza geri döneriz’ düşüncesi ve umuduyla kalıcı, ciddi yapılar yapmaya gerek görmemişlerdi. Vatana dönmek için dedelerimizin resmi başvurular da dâhil, çeşitli girişimlerde bulundukları da biliniyor. 

Ancak hemen belirtelim ki, bütün bu umut ve girişimler hem olumlu sonuçlanmamış, hem de neredeyse 1980’li yıllara kadar bizim bilgimiz dışında kalmıştır. Başka deyişle; biz Anayurda Dönüş düşünce ve önerisini dedelerimizden tevarüs etmedik. 

“Kamçı-Yamçı” hareketiyle temsil edilen son “Anayurda Dönüş” düşüncesinin ve hareketinin Çerkes 68 kuşağı olarak kendi çapımızda yaptığımız arayış ve durum değerlendirmeleriyle el yordamıyla ulaştığımız özgün bir ulusal kurtuluş ve var oluş hareketi olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. 

Ne var ki, aklın yolu bir olduğundan, düşünce ve öneri bazında dedelerimizle aynı noktada buluşmuş olduk.

1966 yılı güzünde yükseköğrenim için İstanbul’a geldiğimde en küçük bir ulusal bilincim yoktu. Ta ilköğretim, ortaöğretim sıralarından beri Çerkeslerin ‘Türk olup olmadığından’, gerçek etnik kimliğimizden, tarihimizden hatta ‘Hz. Adem’in bile Çerkes olduğuna’ kadar geniş bir yelpazede oluşan yığınla soru işareti vardı kafamda. Tabii ki, bu sorulara doyurucu cevaplar bulabilmiş değildim ama arayış içindeydim. 

Hani, iyice asimile olmuş soydaşlarımızdan Orhan Pamuk, Yeni Hayat romanına “bir kitap okudum, hayatım değişti” diye başlar ya, tıpkı onun gibi, ben de 1966 güz sonlarında bir vesile ile Beyoğlu Elhamra Sarayı’nın en üst (6.) katındaki “Türkiye Kafkas Kültür ve Yardımlaşma Derneği”ne (şimdiki Bağlarbaşı) bir adım attım, hayatım ve hedefim değişti. 

O zamana kadar hasbelkader Çerkestim. Anne-babam, büyüklerim ve köyüm sayesinde şükürler olsun ki, iyi de Çerkesçe (Batı Adıgecesi/Abdzax diyeleği) biliyordum ama Çerkes etnisitesi ve kimliği hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordum.

Orada tavla, dama oynayan üniversite öğrencisi gençlerle (bize göre ağabeylerle) karşılaştım. Ağabey konumundaki bir arkadaşımla birlikte biz içeri girince oyunlarını bırakıp ayağa kalkmışlar, bizi saygı ve nezaketle karşılamışlar, hal-hatır sormuşlar, yakından ilgilenmişlerdi. 

İlk gençlik yıllarımda kahvehane işleten rahmetli ağabeyim sayesinde kahve ve oyun kültüründen biraz haberdardım. En heyecanlı yerinde oyunu bırakıp kalkmak, başka bir şeyle ilgilenmek kolay bir şey değildir. 

İşin bir başka ilginç yanı, herkes Çerkesçe konuşuyordu. Hatta rahmetli Ürdünlü Hatx İsam Hasan’ın konuştuklarını eksiksiz anlıyordum. Meğer o da Bjjeduğ diyeleğiyle konuşuyormuş ama Kaberdeyler için sözcüklerin sonuna “s” getiriyormuş. Kaberdeyce konuşulanları ise hemen hemen hiç anlamıyordum. 

Ama “anlamıyorum” diyerek onları anadillerini konuşmaktan alıkoymak da doğru gelmiyordu bana, anlıyormuş gibi yapıyor, anlamaya çaba gösteriyordum.

İzleyen günlerde benim ait olduğum yerin orası olduğunu daha iyi anladım. Artık dernek her fırsatta uğradığım bir yer olmuştu. Bizim köy dışında birçok kentte hatta başka ülkelerde bile pek çok köylerimizin olduğunu anladım. Çok arkadaşım oldu. Onlarla dernek dışında da üniversite kampüslerinde, öğrenci yurtlarında, çay bahçelerinde, özellikle de öğrenci evlerinde (Fındıkzade’de, Yıldız’da, KMP’da, Üsküdar’da, Şişli’de) sık sık buluşuyorduk. 

Çerkeslerin kim olduğunu, nereden niçin, nasıl geldiklerini, şimdi nerelerde, ne kadar bulunduklarını ana çizgileriyle de olsa öğrenmeye başlamıştım ama henüz durum kafamızda net değildi. 

‘Kaçtılar, kaçtınız, kaçtık’ diyenler olduğu gibi, ‘göçtük, ayrıldık, çıktık’ diyenler de, elbette ‘kovulduk, sürüldük’ diyenler de vardı. 

Herkesin saygı ile söz ettiğini gördüğüm ama somut olarak yaşandığını pek görmediğim Xabze’nin kimi küçük uygulamalarını da görmeye başlamıştım. 

Tarihimiz, kültürümüz, kimliğimiz konusunda neredeyse tek kaynağımız olan rahmetli İsmail Berkok’un “Tarihte Kafkasya” kitabını orasından burasından karıştırıp okurken karşılaştığım şu mealdeki bir tümce beni adeta çarptı: 

İnsanlık evirile evirile bir gün en üst doruk noktasına erişecek olsa, ulaşabileceği o yer ancak geleneksel Çerkes toplumu ve yaşamı olabilir. İyice kanaat getirdim ki, Çerkes toplumu dünyaya, ‘insanlığa örnek olması gereken’ ideal, ‘ilahi’ bir toplumdur. Bu toplumun yeniden bir araya gelmesi ve bu örneklik misyonunu sürdürmesi gerekir. 

Zaten başka birçoklarının da Çerkes halkını “kavm-i necip” olarak niteleyip andıklarına tanık olmuştum. Gerçekten böyle bir toplumun yine Berkok’un deyişiyle perakende ve perişan olarak ücra köşelerde yokluğa mahkûm edilmesi ilahi adalete de, fıtrata da uygun düşmezdi. 

Bu konuda en büyük görev ve sorumluluk da biz Çerkeslere düşüyordu. Zira bir toplumun mensupları kendilerini değiştirmedikçe Allah da o toplumu değiştirmezdi. (Kur’an, 13.Ra’d suresi:11; 8.Enfal suresi:53).

1967 yılında İstanbul’daki üniversite ve yüksekokullarda okuyan öğrencileri bir biçimde tespit etmeye çalıştık. Yaklaşık 150 yükseköğrenim öğrencisi tespit ettik. Onlarla Beyoğlu’daki İstanbul Derneğimizde (şimdiki Bağlarbaşı) çeşitli toplantılar yaptık. 

Toplantılara yaklaşık 80 kadarı katıldı. İlk kez Gençlik Kolu kurulması için girişimde bulunduk, kendimizce bir mücadele verdik. Önce üç kişilik bir Gençlik Kolu girişim grubu oluşturarak Yönetim Kurulu’ndan randevu aldık ve onlara kısaca ve tabii ki nazikçe “ya Yönetim Kurulu iseniz, adam gibi toplanın, derneği yönetin, bize de emredin, yerine getirelim ya da bunu yapamıyorsanız bize izin verin, Gençlik Kolu kuralım, yine sizin denetim ve gözetiminiz altında derneği fiilen biz işletelim” dedik. 

Girişim grubu olarak potansiyel ve muhtemel Gençlik Kolu adına Çerkes resimlerinden oluşan 6 yapraklı 1968 yılı duvar takvimini (belki bir ilk olarak) çıkardık. Onun satışı ve dağıtımıyla ilgili olarak çalışırken Ankara’ya da gitmem ve orada bir aya yakın kalmam gerekti. Orada da yeni arkadaşlarla tanışma olanağı buldum. Çerkes çevrem gittikçe genişliyordu ve her fırsatta ulusal sorunlarımızı anlamaya, tartışmaya ve çözüm üretmeye çaba gösteriyorduk. 

Tabii, bu arada rahmetli Vasfi Güsar ve arkadaşlarının çıkardığı kimi dergilerden ve yine rahmetli İzzet Aydemir’in çıkardığı “Kafkasya Kültürel Dergi”den de elimize geçtiği ölçüde besleniyorduk. 

Bu tür kaynaklardan ve özellikle Ürdün ve Suriye’den gelen öğrenci kardeşlerimizden Vatanımızı, orada soydaşlarımızın yaşadığını, onların ulusal dilimizi ve kültürümüzü koruyup geliştirmeye çalıştıklarını, dilimizle okuyup yazdıklarını, okulları olduğunu, kitap, dergi, gazete yayınladıklarını, hatta özerk yönetimlerimizin bile var olduğunu… öğrendik. 

Bunları sadece bir söylenti veya teorik bilgi olarak değil, aynı zamanda rahmetli Mesut Şurdum’un Vatan ziyareti sonrası gösterdiği fotoğraf ve slaytlar sayesinde somut olarak da görmüş olduk. 

Şahsen ben Çerkesçe yazılmış bir kitabı ilk kez 1967 yılında görmüştüm. Zaten aynı yıl tanıştığım bir arkadaşım sayesinde Çerkesçe okuma-yazma da öğrenmiştim.

Okuduğumuz kitaplar, dergiler hep geçmişimizden, tarihimizden, kültürümüzden söz ediyordu ama mevcut sorunlarımızdan özellikle de çözümlerden söz eden yoktu. 

NATO ve ABD öncülüğünde doğrudan devletin, devletçe desteklenip korunan çevrelerin anti-komünist, anti-Sovyet ve anti-Rus propagandaları yaygın ve etkili idi. Kimi sol çevrelerde de “ne Amerika ne Rusya…” sloganları atılıyordu. 

Oysa Amerika da Rusya da dünyanın birer gerçeği olarak var idi ve bunların yıkılmasını düşünmek bile ham hayalden öte bir çılgınlıktı. Öyleyse bunların var olduğu koşullarda hatta gerektiğinde bunlardan ve konumlarından bir biçimde yararlanarak bir çözüm ve hayat şansı aramak gerekiyordu. 

Bir yandan da örgütlü veya sistematik olmamakla birlikte “68 kuşağının” başını çektiği “sol, sosyalist, devrimci” fraksiyonların yayınlarından ve o fraksiyonlara mensup Çerkes arkadaşlarımızla yaptığımız tartışmalardan etkileniyorduk. 

İtiraf edelim ki, sosyalizmi, ulusal sorunu, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını daha çok onlardan veya onlar sayesinde öğreniyorduk.

1967-69 yılları böyle arayış ve tartışmalarla geçti. Bu süreçte “Vatan” kavramının bilincine vardığımı söyleyebilirim. 

Vatan, genellikle söylenegeldiği gibi ne doğduğun yer ne de doyduğun yer değilmiş. Vatan, bir halkın oluşup geliştiği, ulusal dil, kültür ve karakteristik özelliklerini oluşturduğu, alın terini, kanını ve canını katarak kutsallaştırdığı tarihsel bir coğrafya parçası imiş (en azından ben böyle anladım, algıladım ve tanımladım), aynı zamanda ulusal varlığı korumanın, sürdürmenin, geliştirmenin olmazsa olmaz temel koşulu imiş. 

Zaten sözlüklerdeki, ansiklopedilerdeki, literatürdeki tüm ulus tanımlarının da değişmeyen temel ortak öğesi “Toprak Birliği (yani Vatan)” idi.

Demek ki, bizim Çerkes halkı olarak uluslaşmamız, ulusal varlığımızı, yaşamımızı sürdürebilmemiz ve geliştirebilmemiz için kaçınılmaz olarak bir Toprak Birliği’ne ihtiyacımız vardı. Bu toprak birliğini ne Türkiye’de ne de başka bir ülkede sağlamamız mümkün değildi. 

Nitekim bizden önceki kuşaktan bazı büyüklerimiz böyle bir çözümü düşünmüşler, halkımızı Kanada’ya filan taşımaya kalkmışlar ancak bunun doğru ve mümkün olmadığını anlayıp vazgeçmişlerdi. 

Ayrıca UKTH ve ulusal Sorun açısından bizim en temel sorunumuz, toprak birliğimize yöneltilmiş doğrudan veya dolaylı baskı ve saldırılar sonucu dünyanın dört bir yanına savrulmuş, dağı(tı)lmış olmamızdı. Bizim ihtiyacımız olan şey, ulusal kültürel varlığımızı, karakteristik özelliklerimizi, ulusal kimliğimizi oluşturduğumuz tarihsel Vatanımızla buluşup bütünleşmekti. 

Ne var ki, büyük olasılıkla sözünü ettiğimiz anti-propagandaların etkisiyle olsa gerek, kendi Vatanımızda toplanma, birleşme düşüncesi ya akla gelmiyor veya imkânsız olduğu varsayımıyla gündeme getirilemiyordu.

Bizim hareket noktamız ve rotamızı belirleyen temel tespitlerimiz şunlardı: 

- Dünyanın en eski, köklü ve örnek alınası bir halkı olan Çerkes halkının dili ve kültürüyle var olması gerekir. Böyle bir halkın göz göre göre yok edilmesi ne fıtrata, ne ilahi adalete ne de insani değerlere uygun olamaz ve buna göz yumulamaz.

- Bizim Kafkasya, Kuzey Kafkasya, Kuzey-Batı Kafkasya, Çerkesya, Çerkesistan gibi adlarla anılan, bizim Adıgey, Adıge Xeku, Adıge Xeğegu, Adıge Şölhır dediğimiz ve bir biçimde uzaklaştı(rıldı)ğımız bir Vatanımız var.

- Vatanımızda kalan kardeşlerimiz de var. Onlar orada özerk yönetimler oluşturmuşlar; Çerkesçe eğitim-öğretim yapan okullar, üniversitelerde fakülteler açmışlar, anadilimizle ulusal kültürümüzü işleyip geliştiriyorlar, bir Çerkes edebiyatı, literatürü oluşturmuşlar, kitaplar, dergiler, gazeteler yayınlıyorlar. Yani Vatanımızda dilimizi, kültürümüzü, ulusal kültür ve kimliğimizi koruyarak yaşamamız mümkündür.

- Çerkesler olarak Vatanımız dışında/muhacerette 40’tan çok ülkede, Türkiye’de de 40’dan çok il çevresinde 800’den çok yerleşim merkezinde dağınık ve birbirinden kopuk olarak yaşıyor, yaşamaya çalışıyoruz. 

- Bunca birbirinden kopuk ve dağınık biçimde yaşayan bir halkın uzun süre dilini, kültürünü, ulusal varlığını ve kimliğini koruyabilmesi mümkün değildir. Bir araya gelmediğimiz, Vatanımızla buluşmadığımız takdirde pek uzak olmayan bir gelecekte yok olmamız kaçınılmazdır. 

- Öyleyse ne yapıp edip Vatanımıza dönmenin bir yolunu, çaresini bulmalı, vatanımızla buluşup bütünleşmeliyiz. 

- Buna inanan ve bunu talep eden bir kitlenin oluşması halinde bu kitle demokrasi, diplomasi ve evrensel hukuk ilkeleri çerçevesinde bu hedefe ulaşabilecektir.

- NATO, ABD öncülüğünde devlet destekli anti-propagandalarla aleyhte koşullanmışlıklar yüzünden bunun kolay bir şey olmadığı açık olmakla birlikte somut gerçeklik bir biçimde gösterilebilirse bu propagandaların boşa çıkarılması veya etkisinin azaltılması mümkün olabilecektir. 

- Kaldı ki, biz yok olmamak için, ulusal varlığımızı, dilimizi, kültürümüzü koruyup geliştirmek için Vatanımıza dönmek istiyoruz. Oranın tam olarak nasıl bir yer olduğunu da, propagandaların ne kadar doğru/yanlış olduğunu da bilmiyoruz ama ne ve nasıl olursa olsun Vatanımız olduğu için oraya dönmek zorundayız. Döndükten sonra gördüğümüz manzara iyi ve güzel ise onu koruyup geliştirmeye, değilse de iyileştirip güzelleştirmeye çalışırız. Hiç değilse var oluş mücadelemizi kendi Vatanımızda kendi halkımızla kendi dilimizle veririz.

Bir halkın (hatta ailenin, bireyin bile) yaşadığı yerden ayrılıp bir başka yerde yaşama kararı vermesi için Sosyoloji biliminin saptadığı temel koşullar, etmenler vardır. Bunlar kısaca; İtici ve Çekici koşullar/etmenler olmak üzere iki başlıkta toplanabilir. 

Bulunduğunuz yerde ekonomik, sosyal, siyasal vb. nedenlerle istediğiniz gibi yaşayamıyorsanız, örneğin; dilinizi, kültürünüzü, ulusal varlığınızı koruyamıyorsanız, yaşatamıyorsanız İtici koşullar var sayılabilir. Aynı şekilde, gideceğiniz yerde daha iyi yaşayabilme, dilinizi, kültürünüzü, ulusal karakteristik nitelik ve özelliklerinizi koruyup geliştirme hak ve olanaklarınız varsa/olacaksa Çekici güç de var demektir.  

Anadolu’nun çeşitli yörelerinden arkadaşlarımızın kaba gözlem ve anlatımlarından öğreniyorduk ki, tüccar, sanayici, iş adamı, teknokrat, yüksek bürokrat, belki nispeten büyük toprak sahibi konumunda kimileri olmakla birlikte halkımızın büyük çoğunluğu köylü, işçi, memur, küçük esnaf, zanaatkar yani daha çok emeğiyle geçinen insanlardan oluşuyordu. 

Devlet destekli anti-propagandaların doğru olmadığını, tarihsel Vatanımızda halkımızın bir kesiminin hala yaşadığını, orada özerk yönetimlerimizin bulunduğunu, Çerkesçe eğitim-öğretim yapıldığını, kitap, dergi, gazete, radyo yayınları yapıldığını bir biçimde anlatıp gösterebilirsek halkımızı Vatana dönüp orada yaşamaya ikna edebileceğimizi, başka deyişle, ulusal kültürel hak ve taleplerin hala canlı ve etkili olduğunu düşündük. Vatana dönüş fikri kafalarımızda böylece oluşmuş, ete-kemiğe bürünmüş oldu. 

- Kimler bu düşünceyi formule etti, ilkelerini belirledi ve örgütlemeye çalıştı?

- Diyebilirim ki, Anayurda Dönüş düşüncesinin oluşmasında o yıllarda (1967-1970) Çerkeslikle ilgilenen, bir şeyler okuyup yazan, anlatan, konuşan hemen herkesin bir biçimde etkisi, katkısı olmuştur. Ters, aykırı, caydırıcı şeyler söyleyenlerin bile bizim doğruyu bulmamıza vesile olduklarını ve kararlılığımızı arttırdıklarını söyleyebilirim. 

Somut olarak “kimlerin bu düşünceyi formüle ettiği” sorulursa en küçük çekirdek kadro olarak benim dışımda, üç arkadaşımın daha olduğunu söyleyebilirim. Ama onların adını şimdi açıklamayı doğru bulmuyorum. Esasen şu aşamada isimlerin pek bir önemi olduğu kanaatinde de değilim. 

Önemli olan kim/kimler tarafından formüle edilip ortaya atıldığından çok, düşünce ve önerinin doğru olması, geniş kitleler tarafından benimsenmiş, sahiplenilmiş olmasıdır, diye düşünüyorum. 

Bunun da önemli ölçüde gerçekleştiğini söyleyebiliriz.

Devam edecek...

Çerkesya Hareketi Haber Merkezi

Diaspora
Diğer Haberler
  • facebook sharing buttonFacebook
  • twitter sharing buttonTwitter
  • pinterest sharing buttonPinterest
  • linkedin sharing buttonLinkedin
  • tumblr sharing buttonTumblr
  • vk sharing buttonvk
  • odnoklassniki sharing buttonOdnoklassniki
  • reddit sharing buttonReddit
  • whatsapp sharing buttonWhatsapp
  • googlebookmarks sharing buttonGoogle Bookmarks