ÇERKESYA OLMAZSA, ÇERKES DE OLMAZ!

#227 Ekleme Tarihi 15/10/2015 05:53:09
16 Temmuz 2012 Pazartesi Saat 23:26   Daha „dar bir alan“da uzun süredir tartıştığımız ve genel hatları üzerinde anlaştığımız kararları, Çerkes Soykırımı Anıtı’nın açılışı vesilesiyle bulunduğumuz Anaklia’da arkadaşlarla yüzyüze görüştükten ve son düzeltmeleri yaptıktan sonra geçen hafta kamuoyuna açıkladık.   Buna göre: „1. Çerkesler Adıgelerdir ve Adıgeler dünyada Çerkesler olarak bilinmektedirler.
    1. Biz Çerkesler yalnızca ve yalnızca kendi ulusal sorunlarımızla ve geleceğimizle ilgilenmeliyiz.
    2. Bütün dünyada, Çerkesler arasında ulusal bilinci yaymak ve geliştirmek için çalışmalıyız.
    3. Çerkesler olarak birincil görevimiz, barışçıl ve demokratik yol ve yöntemlerle tarihsel vatanımızı yeniden inşa etmek olmalıdır.
    4. Çerkes Soykırımının dünyada ve özellikle Rusya Federasyonunda tanınması için elimizden gelen çabayı göstermeliyiz.
    5. 2014 Yılında Soçi’de düzenlenecek Olimpiyatlar Çerkes sorununu tüm dünyaya anlatmak ve tanıtmak için büyük bir fırsattır. Bu nedenle tarihsel topraklarımızda ve atalarımızın soykırımdan geçirildikleri Soçi’de düzenlenecek olimpiyatlara karşı mücadele, bundan sonra önceliklerimizden olacaktır."
  Bu kısa ve özlü kararları almak zorunda kaldık, çünkü bugüne kadar onca belge sunduk, buyrun anavatanımızdaki siyasi haritaya bakın dedik; ama bazıları için değişen birşey olmadı. Görmek, duymak, bilmek istemiyor; yanlış da olsa kendi bildiklerinde ısrar ediyorlar. Bu durumda hergün aynı şeyleri anlatmanın ve kendimizi tekrar etmenin bir anlamı yok…Herşey yeterince açık ve herşeyin üzerinde yeterince konuşuldu. Dürüst olan, anlamak isteyen de anladı. Bugün devlet bile “Çerkesçe, Abazaca…” diye açılımlar yaparken, hala Çerkes kimdir diye tartışan veya Çerkes kimliğini tartışma konusu yapanlar gerçekleri ve Çerkes halkının sorunlarına çözüm aramıyor, Çerkes’e kendi gelecek vizyonlarına göre bir anlam ve misyon biçmeye çalışıyor; halkımızı yoruyor, zaman ve enerji kaybına neden oluyorlar. Biz artık bunlarla birlikte ortak bir gelecek örgütleyemeyeceğimize inanıyoruz… Bundan sonra ancak yollarımız: düşüncelerimiz, eylemlerimiz ve yöntemlerimiz kesişirse birlikte iş yaparız. Bundan ötesi mümkün değil! Çünkü, Adıgelerden başka hiçbir halk kendisini „Çerkes“ diye tanımlamazken, „bütün Kuzey Kafkasya halklarını bir üst kimlik altında toplayarak bir güç olarak kullanma, ama aynı zamanda Çerkes kimliğini ve halkını yoketme projesi“ni hala yaşatmaya çalışanlar; başkalarının… ve hatta yüzlerini hiç görmedikleri insan topluluklarının ulusal mücadelelerini ayakta alkışlarken, Çerkes ( Adıge ) halkının ulusal kimliği ekseninde örgütlenme ve öncelikle kendi sorunları üzerine yoğunlaşma çabalarını „milliyetçilikle“, „ırkçılıkla“ hatta „faşistlikle“ suçlayanlar samimi değiller. Çerkes halkına hizmet etmiyorlar.  Başta Kaf Fed’in olmak üzere kurumlarımızın içine yuvalanmış bir „klik“ ısrarla bu projeyi yaşatmak istiyor. Çünkü, Çerkes halkı ancak bu kimliği benimser ve bu kimlik ekseninde örgütlenirse derin güçlerin işine yarar. Ve Kafkasya, ancak, Kafkas halkları ortak bir kimlik veya misyon etrafında birleşirse „kullanılabilecek bir güç“ ve/veya asimile olur.  Bu nedenle hepimizi bir “üst kimlik” altında toplamaya/tutmaya; bize bir kimlik ve bir dil bulmaya çalışıyorlar. Halbuki, ulusal kimliğimizin “bir alt kimlik”; anadilimiz Çerkesçenin de “bir lehçe” olarak sunulması,  böylece değer ve itibarının düşürülmesi; bizleri kimliğimizden, dilimizden, güya daha üst ve daha yüce idealler için, vazgeçmeye psikolojik olarak hazırlamak, asimilasyonu hızlandırmak-önemsizleştirmek ve insanlarımızın kafasına “Kafkasya’yı, emekçi halkı, hatta insanlığı kurtarma idealinin yanında zaten tarihe karışacak bir etnik kimliği ve bir lehçeyi korumanın anlamı mı olur yani” yargısını yerleştirmek içindir. Varlığımızın, dilimizin, kimliğimizin fazla bir önemi yok onlar için. Olsaydı, halkımıza kimlik arama telaşına düşmez, “Kafkas olalım veya Kuzey Kafkas. Olmadı Nart, Dağlı vs” diye saçmalamaz; bu saçmalıkları avuçları patlarcasına alkışlamaz, halkımızın bilincine ve bilinçaltına kazınmış yüzlerce yıllık bir kimlikle böyle alay etmezlerdi. Biz ne için mücadele ediyoruz? Varlığımızı, kimliğimizi ve dilimizi korumak ve yaşatmak için mi; yoksa Kafkasya’yı, emekçi halkları veya insanlığı kurtarmak, bir Kafkasya ve Kafkas halkı örgütlemek için mi? Yoksa Sayın Alankuş’a “aramızda ayrı gayrı yoktu. Hep birlikte dernekte zexes yapar, şeşen oynardık” diye tanımlattıkları nostaljik-apolitik bir kimlik için mi? Amaç asimilasyona dur demek mi, yoksa “daha yüce bir ideal” için mücadele ediyor hissi vererek “kabul edilebilir” bir kılıfa sokmak mı?  Biz bu soruyu “bizler ulusal varlığımızı, ulusal kimliğimizi ve ulusal dilimizi korumak, yaşatmak ve geleceğini garanti altına almak için mücadele ediyoruz” diye cevaplarken, diğerleri bu cevabı veremiyor; vatan gibi, ulus gibi, dil-kültür gibi değerleri Kafkasya ve başka politik idealleri için verdikleri mücadeleyi gizlemek için kullanıyor veya ideallerine uygun bir vatan, ulus ve dil tanımı yapıyorlar. Evet, bizler için hayati öneme sahip kavramları ağızlarına pelesenk ediyor, gerçek misyonlarını bunların ardına gizliyorlar; çünkü halkımıza ancak bu yöntemlerle ulaşabileceklerini, onları ancak bu görüntüyle kandırabileceklerini biliyorlar. Elbette bunların hepsini aynı kefeye koymamak lazım. Aralarında iyi niyetliler de var. Hatta çoğu iyiniyetli! Bunlar, savunmaya çalıştıkları, düşünce demeyelim de, “şeylerin” doğru olduğunu, Kafkasya’nın bizlere altın bir tepside sunulacağını veya bir “altın vuruş” ile bütün ekonomik, politik, sosyal-kültürel sorunlarımızı çözeceklerini sanıyor, buna gerçekten inanıyorlar. Ama, politik birikimleri yok denecek kadar az. Yarım yamalak veya kulaktan dolma bilgilerle ezbere konuşuyor, çoğunlukla da „derin klik“in dolduruşuna geliyorlar. Kaf Fed’i ele geçirmiş ve bu kurum eliyle Çerkes halkını kontrol altında tutan, Yusuf Taymaz’ın yönlendirdiği bu „klik“, geçen sene, ısmarlama bir yazıyla bizleri „Nihal Atsız’ın çocukları“ ilan etmişti. Telaş içerisindeydiler. Nazlarının geçtiği herkesten bize tavır almalarını istediler. Bazılarını günde birkaç kez aradılar. Yazıştılar, yazdılar, yazdırdılar. Kendilerini „aydın“ zanneden bazı zavallılar da bu operasyona alet oldular. Bu, öylesine yazılmış bir yazı değildi. Yazarının kulağına „üflenmiş“, yazdırılmış, bir anlamda tetikçilik yaptırılmıştı. Zaten kendileri geri planda kalıp söylemek istediklerini başkalarına söyletmek ve insanları kullanmak, bu kliğin bildik yöntemidir. Çoğu zaman „bundan bir b.. olmaz“ dedikleri insanları bile işlerine yarayacaklarını düşündükleri zamanlarda biraz pof poflar ve kullanıp bir kenara atarlar. Amaçları Yurtsever Hareket büyümeden, örgütlenip toplumumuzda kök salmadan Çerkes halkını manipule etmek, bizleri „ırkçı, nazi, faşist…“ diye damgalayarak izole etmekti. Bu yöntemi Kaf Fed’ten ayrılan veya bu kliğin kontrolüne girmeyi reddeden herkese karşı uygulamışlardı, uyguluyorlardı.  Öyle ki, Abhaz Federasyonu kurulurken, Abhazların örgütlenme çalışmalarını desteklediğim için, başta yine Yusuf Taymaz olmak üzere, bu ekipten birkaç isim beni aramış, yanlış yaptığımı, Kaf Fed’ten ayrılarak kendi örgütlenmelerini yaratmak isteyen Abhazları derin devletin yönlendirdiğini, zaten çoğunun „karanlık“ isimler olduğunu söylemiş, hatta hakkımda kirli bir kampanya başlatmakla tehdit etmişlerdi. İlginç bir tesadüf, bu dönemde tehditler aldım ve saldırıya uğradım! Bu yöntemi öylesine içselleştirmiş ve yaygınlaştırmışlar ki, Maykop’a sergi açmak için gelen 5 bayan arkadaşla Dişeps’te yaptığımız bir sohpette, „Ankara’daki Abhaz derneği ile ilişkileriniz nasıl?“ soruma, „ilişkimiz yok. Onların bazı asker-memur ilişkileri olduğunu sanıyoruz“ yanıtı almıştım. Yani, neredeyse bir onlar „temiz“; onların dışında herkesin „derin ilişkileri“ var. Ve nedense bu karanlık güçler hep başkalarına el atıyor, örgütlüyor veya destekliyor; ama Kaf Fed gibi kurumları kendi haline bırakıyorlar?… Halbuki tam da bu yöntem „derin devlet yöntemi“dir. Kontr gerilla yöntemidir. Böylece, kontrol altına alınamayan grupların ve güçlerin gözden düşürülmeleri, izole edilmeleri ve kontrolleri altındaki örgütlerin, kurumların veya „sarı sendikalar“ın korunmaları amaçlanır.  O dönemde bu tanımlamanın çok tehlikeli bir „kontr gerilla“ yöntemi olduğunu, iç ilişkilerimizi zehirleyeceğini, uzun uzun anlatmıştım. Gelinen nokta ne kadar haklı olduğumu gösteriyor. Eğer başarılı olup bizi sindirebilseler veya izole edebilselerdi kampanyayı durdurabilirlerdi. Ama amaçlarına ulaşamadılar. Bu nedenle şimdi ilişkileri daha da geriyor ve çatışma ortamı yaratmaya çalışıyor; hiç ummayacağımız isimler de bu kirli oyuna alet oluyorlar. Mesela bizlere „Çirkef Yavşaklar“ diye küfredilmesini en azından „ayıplaması“ gereken, toplumsal konumu gereği kendisinden böyle bir beklenti içerisinde olabileceğiniz bir „aydın“: Serap Canberk, bunu yapmadığı gibi, „ÇY açılımı da şık olmuş wolihi:)))))“ diyerek gülüyor. Yine kendisine olmadık misyonlar biçen ve son zamanlarda bu „derin kliğin“ kontrolü altına girmiş Volkan Düzenli, bana/bize „faşist köpek“,  „…senin Allahını si….ceğim“ diye küfrediyor, memleketimin o „asalet ve nezaket timsali aydınları“ bunu seyrediyor.  Evet, kirli oyunun ikinci aşamasındayız ve eğer bizi sindirmeyi veya izole etmeyi başaramazlarsa, altından kalkamayacakları bir „çatışma ortamı“ yaratacaklarının resmi ilanıdır bu! Bu zavallıların hakaret ve küfür etmekten arta kalan zamanlarda yazıp çizdiklerini, anlattıklarını okuyorum bir süredir. Doğru olan hemen hiçbir şey yok yazdıklarında. „Ustalar“dan, bu ustaların saygınlıklarından yararlanmak ve sömürmek için, yaptıkları alıntılar dışında. Bütün dünyanın bildiği gerçekleri ters yüz ediyor, „ezilen bir halkın ırkçılığı, nazizmi, hatta faşizmi“ gibi tanımlar uyduruyor, Türkiye’deki faşist örgütlenmeleri çağrıştırsın diye zaman zaman „ülkücüler“ diyorlar. Halbuki koruculuk sisteminin yerleşmesini engellemek istediği yıllarda kadın çocuk demeden onlarca insanı öldüren Kürt milliyetçilerine bile sol gruplar, kınamakla ve eleştirmekle birlikte, bu tür bir eleştiri getirmemiş; Aydınlıkçılar hariç, hiçbiri işi gücü bırakıp veya devletin saflarına geçip bu grubu bitirmeye çalışmamıştı. Çünkü bütün dünya ezilen bir halkın mücadelesinin, yanlışları da olsa, özde haklı olduğunu bilir. Ama bu zavallılar bilmezler! ve sürekli önyargılara oynarlar.  Okuyun yazdıklarını… Hemen herşey kulaktan dolma veya bir iki bildiriden alıntı. Faşizm diyorlar mesela. Biraz „mistik“, biraz „özgün“ olsun diye de „gizli“, „açık“, „sömürge tipi“ veya „bonapartizm“! diyorlar. Sonra „yönetim biçimidir“, „devlet biçimidir“… diyerek derinleştiriyorlar bu tespitlerini! Ama bu tespitleri ile tuvalet kağıdı bile yapamazsınız. Hiçbir anlamı ve değerleri yok. Tutarsız, eklektik, yüzeysel… Bonapartizmin faşizm olmadığından veya faşizmin „yönetim biçimi“ mi, yoksa „devlet biçimi“ olduğu tartışmalarının zamanında Türkiye solunu ikiye böldüğünden, bu tanımların stratejik öneme sahip olduklarından ve politik mücadelenin seyrini belirleyeceğinden bile haberleri yok. Atıyorlar işte… En komiği de, egemenlerin bütünüyle dışlamayıp populerleştirdiği Che, Fidel, Marcos… özentileri. Bu isimleri sahiplenmekte bir sakınca görmüyorlar. Hemen her yazılarında bu önderlerden alıntılar var. Onları sevdiklerinden kuşku duymuyor, Lenin’i, Stalin’i ağızlarına almamalarına da şaşırmıyorum. Çünkü devrim deyince, sosyalizm deyince akla gelmesi gereken bu iki ismi: Lenin ve Stalin’i savunabilmek için açık olmak, net olmak ve cesur olmak gerekir. Bugünkü taktikleri, „Yurtseverleri yıpratacak ve onlardan birilerini koparacak kadar solcu, sağcı, dinci, kafkasyacı, çerkesyacı, soytarı veya haşarı olmak; ama hiçbir konuda net olamamak ve hiçbirşey şey için söz vermemek“tir. Bu nedenle bir „omurgasız“ ama „sempatik“ olma modası var. Che, Marcos ve Fidel portreleri de bu modanın dekorasyonu. Asıl dertleri, laflarını işlerine geldiği gibi cımbızladıkları bu önderlere olan saygınlıktan ve güvenden kendilerine pay çıkarabilmek. Zaten kendilerini bu önderlerle özdeşleştiren ve yaptıkları alıntılarla kamuoyuna sanki onların takipçileriymiş havası vermeye çalışan bu zavallıların yaşamları ve karakterleri ile devrimci önderlerin yaşamları ve karakterleri arasında hiç bir benzerlik yoktur. „Fidel’le Gece Yarısı Söyleşileri“ kitabını; Castro’nun din ve Allah üzerine düşüncelerini bir okuyun mesela… Bir de kızdığı bir insana „…senin Allahını si…keceğim“ diye küfreden ahlaksıza. Benzerlik nerede? Veya Marcos… cımbızlamadan, bütün yazılarını okuyun. Marcos, Marksist-Leninist değil, bir Yerli Önderi; Zapata Hareketi de bir Yerli Hareketi’dir. Bu nedenle bütün Meksika’da değil, sadece yerli topraklarında ve yerliler arasında örgütleniyorlar. Neo liberalizmin topraklarını yağmaladığını, sömürdüğünü, yok ettiğini söylüyor; daha adil, daha özgür, daha eşit ve yerli haklarının garanti altına alındığı bir dünya düşlüyorlar. Ama iktidarı almak gibi bir hedefleri yok. Marksizm-Leninizm bu mu? İktidarı almadan sosyalizm mi örgütlenirmiş? Sonra, “ben İnka’yım, Mapuche’yim, yerliyim… işçiyim, köylüyüm… Filistinli’yim, Baskım… homoseksüel ve lezbiyenim…” diyen ve kendisini bütün ezilen halklarla ve toplumsal gruplarla özdeşleştirebilen Marcos’u örnek alan bir insanın öncelikle kimliklere, inançlara, cinsel tercihlere ve bunların örgütlenme haklarına saygı duyması gerekmez mi?  Emin olun Marcos, etnik kimliğini, dilini, kültürünü yaşatmak için örgütlenenlere böyle ırkçı, faşist veya bilmem ne diye saldırıp “…senin Allahını s….keceğim” diye küfredenlerin sadece yüzlerine tükürürdü. Çünkü Marcos, „neo liberalizmin topraklarını yağmaladığı, açlık ve yoksulluğa mahkum ettiği yerlilerin bir önderi“dir. Hani kendilerinin „ırkçı, neo nazi, faşist…“ diye suçladıkları bir modelin önderi! Che’yi anlatmaya gerek var mı bilmiyorum. Ama yaşamını devrime adamış, elde silah savaşmış ve düşmanlarının dahi saygısını kazanmış bir insanın, onun yaptıklarının hiçbirini yapmayan insanlar tarafından pervasızca kullanılması bile insanı üzüyor. „Yaşamın kıyısından“ ayrılıp, dalgalı denizlerde yüzmeye cesaret edemeyen, ama Che’yi her sohpetlerine malzeme yapanların uyuşturucu partilerine üzerlerinde CHE T-shirtleri ile giden gençlerden hiçbir farkları yok. İkisi de bu insanların saygınlıklarını sömürüyorlar. Che’nin söyledikleri o kadar karmaşık değil. „İnsanlığın kurtuluşu; baskısız ve sömürüsüz bir dünya ile mümkündür. Bunun için so(l)ytarılık değil, devrimcilik yapılmalı; savaşılmalı, oligarşi alaşağı edilmeli ve halkın devrimci iktidarı kurulmalı…“ der; „devrimcinin görevi devrim yapmaktır“ veya „devrim için savaşmayana sosyalist denmez“ diye de ekler Che. Peki bizimkiler nerede ve ne için savaşıyorlar da, utanmadan devrimci olduklarını iddaa ediyorlar?  Nasıl ki, ustaların, devrimci önderlerin saygınlıklarını sömürüyor, bunlar vasıtasıyla kendi çürümüşlüklerini gizliyorlarsa, bizlerin bu zavallıların ahlaksızlıklarını eleştirmemizi de devrimci veya sosyalizm düşmanlığı olarak yorumluyorlar. Alakası yok! Çünkü bu baylarımızın devrimcilikle veya sosyalizmle bir alakaları yok! Biz, her yorumuna olmasa da, sosyalizme, devrimcilere; baskısız, sömürüsüz, eşit ve adil bir dünya için mücadele eden herkese saygı duyarız. Ama bizim so(l)ytarılarımızın bu onurlu insanların arasında yerleri yok! Bugün şartlar onu gerektirdiği; Yurtseverleri „ırkçı-faşist“ söylemleri ile izole etmeye çalıştıkları için „devrimci“ pozlarına yatıyor, sol tandanslı insanları ve söylemleri öne çıkarıyorlar. Gerçekte „devrim“ ve „devrimcilik“ zerre kadar umurlarında değil. Hatta „pirleri“, daha dün , „devrimcilik ile Çerkeslik bir arada; derneklerimizde de devrimcilik olmaz“ diyordu. Şimdiye kadar herhangi bir haksızlığa veya insanlık dışı uygulamaya tavır almış, Türkiye halklarının hak ve özgürlükler mücadelesine destek vermiş de değildir! Sol’a sahip çıkar veya destekler gibi görünmelerinin tek nedeni, sol düşüncede etnik-ulusal kimlik eksenli ayrı örgütlenmelere ve milliyetçiliğe karşı ögelerin de olmasıdır. Yani, genelde „şövenist-ulusçu“ oldukları; özelde ise  „Kafkas“ kimliğini, halkımızı asimile etmek veya kullanmak için geliştirilmiş bir lanet „proje“yi yaşatabilmek için; Yurtsever Hareketin bu projeyi bitireceğini bildikleri için şimdi „solcu“ oldular. Evet, amaç, solu, sosyalizmi veya devrimi örgütlemek değil; Yurtsever Hareketin gelişmesini, örgütlenmesini engellemek. Bu nedenle, aralarında „ateşkes“ ilan ettiler. „Denize düşen yılana sarılır“ misali, sağdan soldan, her taraftan „yeni dostlar“ edindiler. „Beş Benzemez“i biraraya getirdiler. Düşüncelerini, ne istediklerini, nasıl yapacaklarını anlatmıyor; sadece yurtsever düşünceyi eleştiriyor, karşı olmak ile tanımlıyorlar kendilerini. Çünkü, düşüncelerini anlatmaya kalksalar, bu „zaaflar koalisyonu“nun iki günde dağılacağını biliyorlar… Bizi eleştirme işine öylesine kaptırmışlar ki kendilerini, neredeyse her yazılarında eksen „Yurtsever düşmanlığı“. Ama bu bile onların sosyalist veya devrimci değil, bu onurlu insanların toplumdaki saygınlıklarını sömüren zavallılar olduklarının bir göstergesi. Çünkü, hiçbir sosyalist veya devrimci, demokratik hak ve özgürlükleri için örgütlenmeye çalışan insanlara, ne kadar eleştirseler de bunlar gibi devletin ve kontr gerillanın ağzıyla saldırmaz. Tutarsızlar ve zaman zaman gülünç durumlara düşüyorlar. Mesela kendileri Avrupa Birliği’nden aldıkları paralarla faaliyetlerini örgütlerken başkalarını delilsiz ispatsız „birilerinden destek almak“ ile suçluyor, „dekontları gördük“ diye yalan söylüyorlar. AB devrimci mi? Ve daha dün karşımızda salya sümük ağlayarak, „aile düzenim, ruh sağlığım bozuldu. Ben bir süre dinlenmek istiyorum” diye zora gelemediğini itiraf eden zavallının yayınladığı alıntıda Fidel’in dediği gibi: „sizde bir puştluk olmasa AB sizi destekler mi?“ Bırakın devrimciliği, sosyalistliği; namuslu bir insan dahi iddaalarını ispatlamak zorundadır. Siz de ispatlayın: kim, nerede, kimden destek veya yardım almış? Ve Çerkesya Yurtseverleri hangi yazılarında sosyalizme düşmanlık veya ırkçılık yapmışlar? Buyrun gösterin!  „Etnik kimliği örgütlemek milliyetçilik, milliyetçilik ırkçılığın ilk aşaması; ırkçılıktan faşizme atlamak da çok kolay olduğu için sizler faşistsiniz“ diyorsunuz. Ne güzel, ne kadar bilimsel değil mi? Var mı dünyada sizin gibi düşünen bir siyaset bilimci? Hiç Türk milliyetçiliği ile Kürt, Arap veya Çerkes milliyetçiliği; ezen ulus milliyetçiliği ( şövenizm ) ile ezilen ulus miliyetçiliği bir ve aynı olur mu? Farkında değil nisiniz, nasıl ki sizler „hangi etnik gruba ait olursak olalım hepimiz Çerkesiz“ veya „Çerkesya’da yaşayan herkes neden Çerkes olmasın“ diyorsanız; Türk milliyetçileri ve faşistleri de sizler gibi bir „üst kimlik“ uydurmuş, „hangi etnik kökenden olursak olalım, hepimiz Türküz“ diyorlar. Çerkesin kim olduğu tartışmasını politik düzleme kaydırıyorsunuz. Halbuki sosyalistler veya devrimciler için Çerkesin kim olduğunun zerre kadar önemi yoktur. Yani Türkiye’de Çerkes=Adıgedir diyenleri milliyetçi, Çerkes=Adıge, Abaza, Oset, Çeçen… bütün Kuzey Kafkas Halklarıdır diyenleri de devrimci veya ilerici ilan edecek; bunu bir kriter olarak alacak bir tane devrimci veya sosyalist bulamazsınız. Resmen uyduruyorsunuz! Türkiye’de devrimciler-sosyalistler Türkiye halklarının kurtuluşu için bu halkların ortak örgütlenmesi gerekir derler. Bu nedenle de millyet veya etnik köken eksenli bütün örgütlenmeler milliyetçidir onlar için. Yani, altını nasıl doldurursanız doldurun, ayrı bir Çerkes örgütlenmesi, Türkiye devrimcileri tarafından milliyetçi olarak nitelenecektir. İstediğiniz kadar „ben yoksulum, yoksunum, garibim, zavallıyım deyin veya işsiz-evsiz ve bekar olun, ortak örgütlenme ilkesini kabul etmiyorsanız milliyetçisiniz. Ama diyelim ki biz milliyetçiyiz, peki Abhazya için, Çeçenistan için, Osetya için mücadele edenler; bu etnik kimlikler ekseninde örgütlenenler neci? Neden onları ayrı tutuyorsunuz? Abhazya „biz Çerkesiz, Çerkes devletiyiz veya bütün Kuzey Kafkasya halkları Çerkestir“ mi diyor? Veya Şamil? „Ulus birçok etnik kökenden oluşur“muş? Dünyanın hiçbir yerinde “ulus olabilmek için çok etnikli olmak gerekir” diyen bir siyaset bilimci ve dünyanın hiçbir yerinde de böyle bir ulus tanımı yoktur. Varsa, nerede yazıyor göstersinler?  Evet, bir etnik kimlik birçok evrelerden geçerek oluşur. Yani etnik kimlik „saf“ değildir. Ama etnik kimliğin oluşması ile uluslaşma aynı şey değildir. Ulus, bir etnik kimliğin siyasallaşması ile de, bir coğrafya üzerinde yaşayan etnik toplulukların bir kimlik etrafında birleşmesi, kaynaşması ile de oluşabilir. Bunu tarihsel süreç belirler.  Ulus olmak için, toprak, dil ve ekonomik yaşam birliği ile ortak bir geçmişin ve gelecek ülküsünün olması gerekmektedir. Ne bir eksik, ne bir fazla! Çok etnikliliği ulus olmanın bir şartı gibi sunanlar uyduruyorlar. Sadece şövenist hakim ulusun propagandistleri anlatırlar bu masalları. Dertleri asimile ettikleri başka uluslarda ve azınlıklarda hakim ulusun kimliğine aidiyeti güçlendirmektir. “Bu devlet bizim, bu vatan bizim. Farklı kökenlerden gelmiş, ama birleşmiş, tekleşmiş bir halkız, bir ulusuz. Bizde ayrı gayrı yok. Herkes Cumhurbaşkanı, hatta Genelkurmay başkanı bile olabilir” gibi laflar da aynı amaca hizmet eder. Bizim baylarımız bu devletlere bakarak yapıyorlar ulus tanımlarını. Halbuki bu ulus devletler demokratik değil, şövenistler. Ezen-ezilen ulus ilişkilerini tasfiye edip, sınırları içerisinde yaşayan halklara eşit hak ve özgürlükler vermedikçe, başkalarının ayrı örgütlenme ve ayrılma haklarını tanımadıkça da demokratik olamazlar. Yani bu devletlerde bir hakim ulus ve bu hakim ulusun asimile etmeye çalıştığı, ezdiği, sömürdüğü halklar, uluslar ve azınlıklar vardır. Bu mu şimdi bize model olacak? En az bunun kadar önemli olan başka bir gerçek de, sol veya sosyalist kimlik ve söylemler „şövenizmin otomatik olarak tasfiye edilmesi“ anlamına gelmez. Hatta sosyalizm de otomatik olarak şövenizmi tasfiye edip ulusal sorunları çözemez. Bu nedenledir Lenin defalarca kere RSDİP’i „Büyük Rus Şövenizmi“ne karşı uyarmıştır. Ama şövenizmin tasfiye edilmesi için de mutlaka sol veya sosyalist bir önderlik gerekmez. Eskiden dünyada iki blok vardı. Sosyalist Blok ve bunun karşısında emperyalist güçler. Emperyalistler, kontrolleri altındaki ülkelerde şövenizme destek verdiler, korudular, kolladılar. Çünkü ezilen halkların mücadeleleri emperyalist pazardan kopmak ile sonuçlanıyordu. Ama artık böyle bir dünya yok. Emperyalistler için sömürdükleri halkların kimliklerinin, sınırlarının önemi kalmadı. Hatta kendi siyasal örgütlenmelerini yaratan halklar daha güçlü atılımlar yapabiliyor, daha hızlı gelişiyor ve emperyalizm için daha iyi bir pazar olabiliyorlar. Yüzlerce yıldır ormanlarda, çadırlarda yaşayan yerliler bile şimdi dünyaya açılmaya başladılar. Emperyalizm bunları destekliyor. Uluslararası yasalar çıkardılar. Özel fonlar kurdular. Şövenist ulus devletleri de, federal devletlere dönüşmeye veya bölünmeye zorluyor. Böylece bir taşla iki kuş vuruyorlar. Bir yandan emperyalizme kafa tutabilecek, zarar verebilecek devletleri güçten düşürüyor, ufalıyorlar; diğer yandan işlerine gelen yerlerde ezilen, sömürülen ve daha hızlı, daha kolay asimile olsunlar diye geri bıraktırılan halkları destekliyor, bunları emperyalist ilişkilere ve pazara dahil ediyorlar. Bizim baylar, bu sürecin sadece bir boyutuyla ilgililer: Emperyalistlerin gerici ulus devletleri „ufalama“ boyutuyla, daha dağrusu „bu işi yapanın emperyalistler“ olmasıyla. Eğer bu ülkelerde sosyalistler böyle bir „ufalama“ işine girişselerdi, yani ulusal kurtuluş hareketleri „sosyalistler“in önderliğinde olsaydı o zaman yalnız elleri ile değil, ayakları ile de alkışlamak isterlerdi. Yani bu arkadaşların öncelikleri ulus, azınlık vs değil; emperyalizme karşı mücadeledir. Sosyalizmdir. „Bu süreçte uluslar, yokolmasalar elbette iyi olur ama, yokolurlarsa da, emperyalizme karşı savaşta böyle kayıpların sözü mü olur“? Zaten “bütün için parçayı feda edebilmek” gerekmez mi? Ama bir sorun var: Marks’ın dediği gibi, „siz devrimi yapıncaya kadar bu halklar beklesin” mi? Neden kendi kimliklerini ve kültürlerini korumak için örgütlenmesinler?  Bu arkadaşlar „Çerkes Sorunu“nu doğru tanımlayamıyor veya bu tanımı yaparken, „fırsatını bulmuşken bütün sorunlarımızı ve taleplerimizi sıralayalım“ mantığıyla hareket ediyorlar. „Liseye geldiğinizde nasılsa öğrenmek zorunda kalacaksınız ulan!“ diyerek ilkokul öğrencilerine tri;nometriyi, türevi, integrali öğretmeye çalışan „öğretmen“ gibiler! „Bir Çerkesin hem ulusal, hem de sınıfsal sorunları var“mış. Bunu bilmeyen mi var? Biz uzaydan mı geldik? Evet, Çerkesin hem ulusal hem de sınıfsal sorunları vardır. Ama sınıfsal sorunlar, yani açlık-yoksulluk, Çerkes kimliğinin değil; emekçi kimliğinin sorunlarıdır. Nasıl ki, insan toplumsal bir varlıktır, toplumsal ilişkilerin ürünüdür diyorsanız, bütün özlemlerinin, taleplerinin, sevinçlerinin ve üzüntülerinin olduğu gibi Çerkes veya emekçi olmaktan kaynaklanan sorunlarının da kaynağı kurulu toplumsal ilişkiler: düzendir diyebilirsiniz elbette. Ama bu, hiçbir şey demediğiniz anlamına gelir, çünkü kaynağı aynı olsa da bir „emekçi kimliği“ ile bir „Çerkes kimliği“nin sorunları bir ve aynı değildir. Çözümleri de aynı olmayacaktır. Yani bir Çerkes açlığı, yoksulluğu, sömürüyü veya terörü dert edinebilir. Ama „Çerkes Sorunu“ dendiğinde anlaşılması gereken „Çerkes olmaktan kaynaklanan sorun“dur. „Çerkes Ulusal Örgütlenmeleri“ de Çerkeslerin, Çerkes olmaktan kaynaklanan sorunlarına yoğunlaşan“ örgütlenmelerdir. Ancak bunu yaptıklarında Çerkes Ulusal Örgütlenmeleri olurlar. Ve ancak böyle bir mücadele Çerkes Ulusal Mücadelesi olur. Emekçi, memur, öğrenci vs olmaktan kaynaklı sorunlarımız yok mu? Var elbette. Ve Çerkes Ulusal Örgütlenmeleri bu sorunlarla da ilgilenmeli, ilgili platformlarda dile getirmeli, ittifaklar kurmalı ve mücadele etmeliler, ama bunları kendi ulusal örgütlenmeleri ile yapmalı ve öncelik Çerkes kimliği ile bu kimlikten kaynaklanan sorunlar olmalıdır. Bir ulusal örgütlenme bunu başardığında, bütün toplumsal ekonomik formasyonlardan bağımsızlaşır; yüzyılların mirasını yüzyıllar sonrasına taşıma olgunluğuna erişir. Ancak böyle bir örgütlenme ulusal kimliğin varlığının, başka kimlikler karşısında eşitliğin ve bağımsızlığın garantisi olabilir. Dahası, Çerkes Ulusal Örgütlenmelerinde emekçi olmaktan kaynaklı sorunları öncelik olarak sunmak ulusal örgütlenmeleri bölecek, güçten düşürecektir. Tıpkı Suriye Çerkesleri ile ilgili sorunda olduğu gibi. Çerkeslerin önceliği anavatanlarına dönmek, orada birleşmek diyemeyen; emekçi-anti emperyalist kimlikleri veya öncelikleri ile konuşanlar; Suriye’de kalıp emperyalizme karşı veya demokrasi için savaşma çağrısı yapmadılar mı? Böyle, siyasi tercihlerin ayan beyan belirleyici olacağı, çıplak gözle görülebileceği örnekler her zaman karşımıza çıkmaz. Ama Suriye Çerkesleri ile ilgili alınan bu yanlış tavır bir tesadüf veya tekil bir örnek değildi. Önceliklerini doğru yapamamış insanlar, böylesi dönemeçlerde hep „yanlış“ yapacak, kendileri için daha öncelikli olan tarafta pozisyon alacaklardır. Kötü mü? Değil elbette! Bir insanın açlığa, yoksulluğa, sömürüye, baskı ve teröre karşı; özgürlük, demokrasi, barış vs için mücadele etmesi neden yanlış olsun? Biz bu mücadeleyi veren insanlara da saygı duyuyor, yollarımızın kesişeceği bir çok dönemecin olduğuna inanıyoruz. Ama Çerkes Sorunu bu değildir. Çözümü de burada olmayacaktır. Belki farkında değiller, ama soğuk savaş bitti. Küresel ekonomik gelişmelerin ulusal toplulukların siyasal örgütlenmeleri için olumlu bir ortam yaratmış olması bir yana, artık eskisi gibi „iki blok“ yok. İki bloklu dünyada, ezilen ulusların ve halkların mücadelesi emperyalist bloğa zarar veriyor, kapitalist pazardan kopmak anlamına geliyordu. Sosyalist hareketler, çoğu zaman, diğer sosyalist ülkelerden de destek alıyorlardı. Çünkü her başarılı devrim, aynı zamanda emperyalist cephede yeni bir delik açmak anlamına geliyordu. Bugün artık baş çelişki sosyalist blok ile emperyalist ülkeler arasında değil; emperyalistlerin kendi aralarında. Ve emperyalistler için sınırların veya kimliklerin bir önemi yok. Bu durum, ezilen uluslar ve azınlıklar için yeni fırsatlar yaratıyor. Abhazya’nın bağımsızlığına kavuşması, önderlerinin bu çelişkileri görüp, doğru bir politika geliştirebilmeleri ile mümkün oldu. Yoksa ne Abhazya sosyalisttir, ne de destek aldığı Rusya! Ama bir devlet olmayı başardılar. Biz de, sosyalist olmadıkları halde onları destekledik, hala da destekliyoruz. Keza, Çerkes olmaktan kaynaklananlardan başka sorunlara yoğunlaştığınızda Çerkesleri böler, birbirine düşmanlaştırırsınız. Ki bir avuç serserinin sanal platformlarda bize ana avrat küfretmeleri onların Çerkes kimliğini değil, başka kimlikleri öncelik olarak benimsemiş olmalarından kaynaklanıyor.  Yani sadece politik söylem değil sorun olan. Eğer Çerkes kimliği önceliğiniz değilse, Çerkese ait olan değerler, normlar, gelenek görenekler ve ahlaki ögeler de önceliğiniz olmayacaktır. Bu durumda bir yandan böyle ahlaksızlıklar ortaya çıkacak, diğer yandan da „gizli-doğal asimilasyon“ hızlanacaktır. Çünkü, bütün „ortak örgütlenmeler“de hakim ulusun kimliği, dili ve kültürü hakim olur. Politika yapmanın aracıdır bu kimlik ve dil. Bu nedenle, ortak örgütlenmeler aynı zamanda „asimile“ ederler. Buna henüz bir çözüm bulunamadığı için de, yerli halkların mücadelelerinin daha yoğun olduğu ülkelerde, mesela latin Amerika’da, sosyalistlerin örgütlenme ve çalışma yöntemlerinde değişiklikler olmakta, sosyalist güçler ulusal-etnik örgütlenmeleri yoketmeye değil, kucaklamaya çalışmaktalar. İzlemekte yarar var… Bu bayların, ulusal değil, başka kimlikleri ve çıkarları önceliklediklerinin başka bir göstergesi de, hakim ulusun, demokratik haklarını talep eden ezilen halkları sustururken kullandığı, „emperyalizmin böl-yönet politikası bu“, „emperyalizmin maşası bunlar“ nakaratını tekrar edip durmalarıdır. Ama yine işkembeden atıyorlar! Emperyalizm tek vücut değildir. Hiçbir zaman değildi, şimdi de değil. Hatta tek vücut olmak emperyalizmin doğasına aykırıdır. Aralarında hep çelişkiler olmuştur ve bu çelişkiler çoğu zaman belirleyici öneme sahiptir. O kadar ki, iki dünya savaşı da bu çelişkiler yüzünden çıktığı gibi, Sovyetler Birliği yine bu çelişkiler nedeniyle İkinci Paylaşım Savaşı’nda Amerika ile aynı saflarda yer almıştır. Emperyalist güçler arasındaki çelişkileri, rekabeti ve mücadeleyi göremeyenler gelişmeleri doğru okuyamazlar. Emperyalizm hep bölmez, parçalamaz. Emperyalist güçlerden biri veya bir kaçı için, herhangi bir yer ve zamanda „bölünme veya bölme“ daha karlı olabilecekken, bir başkası veya başkaları için „bölünmeme“ daha karlı olabilir. Ve bu roller değişebilir.  Yani emperyalistler hep bölücü değiller. İşlerine geldiği yerde „toprak bütünlüğü“nü savunabilir, bunun için gerici-faşist güçleri destekleyebilirler. Mesela Gürcüstan’da „bölünme“ye karşılar; ama Sudan’ı atomlarına ayırmaya çalışıyorlar… Keza bu sorunların yaşandığı yerlerde hep „bağımsız“ güçlerle emperyalistler arasında değildir mücadele. İki emperyalist gücün bilek güreşi de olabilir yaşanan. Son yıllarda Afrika’da Fransa, ABD ve Çin arasında böyle bir mücadele var mesela. Bu durumda birilerini „emperyalizmin maşası olmak“la suçlarken dikkatli olmak lazım. Çünkü her emperyalist ülke kendi çıkarına olan bir tavrı ve tarafı destekliyor. Bu nedenle, Gürcüstan’ın „toprak bütülüğü“nü savunmak ABD ve AB emperyalistlerinin, Abhazya’nın bağımsızlığını savunmak da RF emperyalistinin işine geliyor denebilir. Ki, Gürcüstan bunu ajite ediyor. Uzatmayayım… „bölme-bölünme“ görelidir. Her durum kendi özelinde incelenmeli, ezbere konuşulmamalıdır. Bölünmesin diye bir şövenist devleti veya sınırlarını savunmak, sosyalist olduğunuzu iddaa etseniz dahi, kimi yerde emperyalizme hizmet etmek veya „emperyalizmin maşası olmak“ anlamına gelebilir. Veya „bölmek“ devrimcilik, ilericilik.  Biz soruna böyle „bölmek veya bölünmek“ açısından bakmıyoruz. Önemli olan sözkonusu ülkedeki halkların çıkarlarıdır. Eğer bu halklar birlikte barış, huzur ve güven içerisinde yaşıyorlarsa, ulusal-demokratik haklarına saygı gösteriliyorsa, o zaman federasyon, konfederasyon veya bir biçimde birlikte yaşamaları en doğru olanıdır. Eğer bu durum sözkonusu değilse, bir ezen-ezilen ilişkisi varsa o zaman ezilen halkların ayrılma ve kendi devletini örgütleme hakkına saygı duyulmalıdır. „Ulusların kendi kaderini tayin hakkı“ndan anladığımız da budur. Bu nedenle, tercihimiz „birlik“ten yana olsa da, ulusal hak ve özgürlükleri ve „kendi kaderini tayin hakkı“ için mücadele eden halkları „bölücü“ olarak görmüyoruz. Çünkü eşitlik ve demokrasi olmazsa „birlik“, şövenizmi desteklemek anlamına gelir. Ve ayrılmanın sonuçta şu veya bu emperyalist gücün de işine geliyor olması belirleyici değildir.  Onu bunu emperyalizmin maşası olmakla suçlayan baylarımızın, bu konuda böyle bizim gibi net konuşamamalarının ve ( bir yandan „Rusya Kafkasya’dan defol“ sloganını atarken, diğer taraftan Türkiye’nin toprak bütünlüğünü savunmak veya Abhazya’nın bağımsızlığını ve buna Rusya Federasyonu’nun desteğini alkışlarken, Çerkeslerin ulusal mücadelelerini ve taleplerini ABD’nin veya şunun-bunun manipulasyonu olarak lanse etmek gibi ) tutarsız tavırlar almalarının nedeni politik mayalarından, yani şövenist karakterlerinden kaynaklanmaktadır. AKP en Amerikancı, emperyalizme en bağımlı partiymiş. Evet öyle. Ama tam da öyle olduğu için şimdi meydanlara çıkıp sevinçten göbek attıkları, başkaları ile „ben görüştüm, sen başvurmadın“ tartışmasına tutuştukları yasal değişiklikleri yapıyor. Baştacı ettikleri, milletvekili seçilmek için kamuoyundan gizli görüşmeler yaptıkları, listelerine girmeye çalıştıkları CHP ise faşistlerle kolkola bu değişikliklere direniyor. Yani faşistlerle aynı saflardalar, ama ona buna utanmadan faşist-ırkçı vs diye saldırıyorlar. Onları böyle aptallaştıran, Batı’dan gelen herşeye „gavur icadı“ damgası vuran 150 yıl öncesinin sofuları gibi, bunların da herşeye „emperyalistlerin“ veya „emekçilerin“ çıkarları açısından bakmalarıdır. AKP, emperyalizmin kurdurduğu ve desteklediği bir partidir. Emek düşmanıdır. Ama, aynı zamanda Türkiye’de yaşayan halkların demokratik hak ve özgürlüklerine, burjuva partileri arasında, en açık olan partidir. Bu konuda ileri adımlar atabilmektedir. Eğer biz sorunlara emekçi kimliği ile bakarsak, o zaman AKP’yi „baş düşman“ ilan etmeliyiz. Çünkü emperyalizme en bağımlı parti o. Ama Çerkes Sorunu, Çerkeslerin başka sorunları da olmakla birlikte, açlık-yoksulluk sorunu değildir. Çerkes sorunu, Çerkeslerin asimile olmaları, yokolmalarıdır. Bu nedenle demokratik hak ve özgürlükler ekmekten, havadan ve sudan dahi daha önemlidir.  Yani önce Çerkeslerin varlığı garanti altına alınmalıdır. Böyle bir sorun varken, diğer tüm sorunları talidir Çerkeslerin. Bu nedenle örgütlenmelerinin, ajitasyon ve propagandalarının, ittifaklarının ekseni Çerkes sorunu olmalıdır.  „Türk Solu“ gibi, solu ulusal bir kimlik ile birlikte anma döneminin tedavülden kalktığı yıllar olmuşken „Çerkes Solu“, „Çerkes sosyalisti“ veya „Çerkes devrimcisi“ gibi uydurma kavramlar sadece göz boyamaya yarar. Ne anlama geldikleri belli değildir bu kavramların ve pratikte karşılıkları yoktur. Çerkes Sorunu’nun çözümüne hizmet etmezler. Hatta emekçi kimliği ile politik mücadele eden bir insanın bunun yanına bir de ulusal kimliğini eklemesi, henüz tercihini yapamadığının, iki arada bir derede kaldığının göstergesidir. Çünkü Türkiye’de devrimciler „ben Türk devrimcisiyim“, „Arap devrimcisiyim“ vs demez, „devrimci“ kimliğini yeterli görür ve sadece gerekli olduğunda milliyetini belirtirler. Aslında sadece bu bile samimi olmadıklarının bir göstergesi. Çünkü eğer devrimci iseler, Türkiye devrimci hareketinin bir parçası olmak zorundalar. Bu durumda kendilerine „Çerkes Devrimcisi“ diyemezler. Çünkü Türkiye devrimci hareketinin bir parçası olmuşlardır artık. Yani „Türkiye devrimcisi“dirler. Ve Suriye’de yaşayan Çerkeslere „Suriye devrimcisi“, fizandakilere de „Fizan devrimcisi“ olmayı öğütleyeceklerdir. Değilse anlatsınlar, „Çerkes sosyalisti“ veya „Çerkes devrimcisi“ nasıl olur? Ne yer, ne içer? Nasıl mücadele eder?  Yoksa ömrü sosyalizmi anlatmak, devrim nostaljisi yapmak, devrimci ustalardan anlamlı sözler yayınlamak ve Yurteseverlere küfretmekle mi geçer? Evet anlatın arkadaşlar, Nerede sosyalizm için mücadele edeceksiniz? Rusya Federasyonu’nda mı, Türkiye’de mi, Suriye’de, İsrail’de? Yoksa bunların hepsinde örgütlenecek, hepsini birlikte mi kurtaracaksınız? Yalnız başınıza mı? Yok değilse, kimlerle birlikte? Ve nasıl? Yoksa çözüm öneriniz “herkes bulunduğu ülkede sosyalizm için mücadele etsin. Sosyalist iktidarlar zaten ulusal sorunu da çözer” mi? Bu durumda yapmanız gereken, sosyalizm için mücadele eden örgütlenmelere katılmak, devrim için savaşmak değil mi? Öyleyse ne işiniz var derneklerimizde ve ulusal örgütlenmelerimizde? Ama bir sorun daha var: Hangi örgütlenmeye gidelim? Sosyalizmi örgütleme iddaasında olan onlarca örgüt var. Hangisi doğru? Biz hangisinde örgütlenelim? Veya hangisi ile ittifak kuralım? Siz daha faşizmin bile tanımını yapamaz, bunu yaptığınızı sanırken saçmalarken, halkımıza hangi örgütü işaret edeceksiniz? Yoksa en devrimci örgütü siz mi kuracaksınız? Kendinizi Yurtseverlere karşıtlık ekseninde konumlandırmış, derdinizi: sosyalizmi ve devrimi anlatmak yerine, başkalarının söylemlerini eleştirme, karalama ve çarpıtma yarışına girmişsiniz. Tamam anladık. Biz yanlış şeyler söylüyoruz. Peki siz ne diyorsunuz? İnsanlar neden sizi desteklesinler? Bırakın o derelerinden şarapların, balların aktığı; birbirinden güzel hurilerin ayaklarımıza kapandığı devlet masallarını da sizin devletinizi ve bunu nasıl örgütleyeceğinizi anlatın. Kimseyi kandıramazsınız! „Olsa ne güzel olurdu“dan ve arada sırada demokratik platformlardaki eylemlere katılmaktan öte hiçbir faaliyetiniz yok. Olamaz da. Çünkü, Türkiye’de herhangi bir ulusal etnik topluluğun „kendi“ örgütlenmesi ile devrimcilik yapması mümkün değildir. Türkiye halklarının ortak örgütlenmesi ve birlikte mücadele etmesi gerekir. Eğer samimi iseniz, ya devrimci bir örgütlenme yaratmak, ya da Çerkeslere devrimcilik yapabilecekleri bir adres göstermek zorundasınız. Ama bunu yapamadığınız için debelenip duruyor, günlerinizi laf salatası yapmak ve ona buna çamur atmakla geçiriyorsunuz. Peki, biz sosyalizme karşı mıyız? Devrime karşı mıyız?  Değiliz elbette! Ezilen ulusların ve ulusal azınlıkların varlıklarını devam ettirme çabalarına ve bunların ulusal örgütlenmelerine karşı olmayacak; ezen ulusun baskı ve terörüne karşı bu uluslara ve ulusal azınlıklara destek verecek; demokratik hak ve özgürlüklerini savunacak sosyalistlere ve devrimcilere neden karşı olalım? Hiçbir zaman böyle bir iddaa bulunmadık. Hiçbir zaman böyle bir söylemimiz olmadı. Ama: Biz sosyalist veya devrimci değiliz. Çerkes ulusal Sorunu’nun çözümüne, Çerkes halkının demokratik hak ve özgürlüklerini  kazanmasına hizmet etmeyecek hiçbir örgütlenmeye girmeyecek, hiçbir faaliyete destek vermeyeceğiz. Gerekli olursa ve olduğunda, bütün demokratik hareketleri, ama sadece kendi kimliğimizle ve örgütlülüğümüzle destekleriz. Biz Çerkes milliyetçisiyiz. Çerkesya Yurtseveriyiz.  Varlık nedenimiz, idealimiz, vizyonumuz ve misyonumuz Çerkes halkının geleceğini garanti altına alabilmesi, bunun için tarihi vatanı Çerkesya’yı inşa etmesi ve dünyanın dört bir tarafına dağılmış Çerkeslerin Çerkesya’da birleşmesi ve uluslaşmasıdır.  Çünkü Çerkes sorunu, Çerkeslerin üzerinde geleceklerini inşa edebilecekleri bir vatanlarının olmaması ve Çerkeslerin varlıklarını garanti edecek bir vatanda yaşamıyor olmalarıdır. Bugün Çerkes’in veya Çerkesya’nın rengini tartışmak, “doğmamış çocuğa don biçmek”tir. Önce bir Çerkesya olmalıdır! Ve Çerkes halkının rengine veya Çerkesya’da nasıl bir toplumsal ekonomik formasyonun örgütleneceğine gelecek kuşaklar karar vermelidir.  Sosyalizmi örgütlemek veya devrim yapmak iddaasında olan bir insanın „milli kimliği“ ikinci plandadır. Sosyalistler ve devrimciler „proleter“, „emekçi“ veya „işçi-köylü“ kimlikleri ekseninde örgütlenirler. Bu kimliğin ekonomik ve politik çıkarlarını savunur, „ulusal veya etnik kimlik ekseninde örgütlenmeler işçi sınıfını ve emekçileri böler“ derler. Emekçinin, işçinin veya köylünün milli kimliği belirleyici değildir. Ama sosyalist veya devrimci örgütlenmeler ulusal sorunların çözülmediği bir ülkede hakim ulusun dili ve kültürü ile politika yaparlar. Diğer dillerin veya kültürlerin yaşatılması çabalarının bu konudaki politik tavırlarını, örgütleyecekleri toplumda bu hak ve özgürlüklere saygı duyulacağını, örgütleneceğini göstermekten başka bir işlevi yoktur. Yani sosyalistlerin veya devrimcilerin bu alanlardaki faaliyetleri talidir. Ama hakim ulusun dili ve kültür ile yaptıkları politika „doğal asimilasyon“a hizmet eder. Bu durumda bir tercih yapmak zorundasınız: Ya emekçi kimliğiniz ile baskısız, sömürüsüz bir dünya için mücadele edecek; ya da milli kimliğinizi örgütleyeceksiniz. İkisi bir arada gitmez! Biri diğerine zarar verir, en azından yavaşlatır, karmaşıklaştırır. Yani Çerkes halkına hem yaşadıkları ülkelerde devrim için savaşmalarını, hem de aynı anda anavatanlarına dönmelerini, vatanlarını inşa etmelerini öğütleyemezsiniz. Olmaz! Olmadığı için, mesela, Suriye’de yaşayan Çerkesler konusunda tutarsız tavırlar aldılar. Önce emperyalizme karşı, Suriye halkları ile birlikte savaşma çağrısı yapıp, bizlerin Suriye Çerkeslerinin Çerkesya’ya tahliyesi talebimizi emperyalizmin bir oyunu ve işbirlikçilik olarak yorumladılar; anavatanlarına dönmeye çalışanları ve onlara destek veren bizleri „batan gemiyi ilk terkeden hainler“ olarak damgaladılar. Şimdi ise kendileri kampanyalar açıyorlar. Ama politik olarak durdukları yer yanlış olduğu için, gelecekte de benzer yanlışları yapmaları kaçınılmazdır. Sonuç olarak… Çerkesler ( Adıgeler ) olarak „kendi yolumuzda yürüme“ çabamız ne sosyalizme, ne devrime ne de kardeşlerimize-komşularımıza bir ihanet değildir. Bölücülük, ırkçılık veya faşizm hiç değildir.  Örgütlenme çabalarımızı „Rusya Federasyonu’nun böl-yönet politikası“ olarak yorumlayanlar da, Amerika’nın veya şunun bunun provakasyonu olarak lanse edenler de sadece demo;ji yapıyorlar. Rusya bu „Kuzey Kafkasya“ veya „Çerkes üst kimliği“nin aslında ne kadar tehlikeli olduğunu daha önce görememişti de, Diaspora Çerkeslerini etkileme ve yönlendirme çalışmalarına yeni mi başladı?  Veya Rusya, Türkiye veya diğer ülkeler Çerkesleri bugüne kadar kendi hallerine mi bırakmışlardı da, şimdi etnik kimlikleri örgütleyerek bölme çabası içine mi girdiler? Peki bizi kendi halimize bırakmamıştılarsa, acaba neyi ve kimleri örgütlemişlerdi; kimlere destek vermişlerdi şimdiye kadar? Bu „Kafkas“ veya „Kuzey Kafkasya“ kimliği ekseninde ve „Çerkes üst kimliği“ altında örgütlenmeye çalışanlara, en azından bunlardan bazılarına değil mi?  Şimdi bu desteklerini niye çekmiş olsunlar ki? Böl-yönet işini, hiç bir kurumda bir örgütlenmesi ve etkisi olmayan bizim gibi çömezlere değil de „zaten elinin altında olanlar“a yaptırsalardı kendileri için daha kolay olmaz mıydı? Doğrusu, Çerkes halkı ve kurumları 150 yıldır „birileri“nin etkisi altında kalmış, kendi ulusal sorunlarına-çözümlerine yoğunlaşamamış ve büyük ölçüde asimile olmuştur. Tekrar ayağa kalkma dinamiklerine sahiptir. Ama Çerkeslerin tekrar ayağa kalkmalarını istemeyen, halkımızın ve kurumlarımızın içine çöreklenmiş „derin klik/ler“ bütün güçleri ile bunu engellemeye çalışıyorlar. Birbirlerini „ihtiyatlı eleştirme“; ama özellikle Yurtseverlere karşı „mutlaka kollama“larının nedeni, statükonun yıkılmasının şimdiye kadar Çerkes halkını etkilemiş ve yönlendirmiş olan bütün güçlerin oyunlarını bozacak olmasıdır. Çerkes Sorunu yeni ortaya çıkmadı. Bu sorunun nedeni olan ve çözülmesini engelleyen güçler ile bunların etkiledikleri ve yönlendirdikleri insanlar da. Yeni olan Çerkesya Yurtseverliğidir. Ve şimdi bütün „eskiler“ Çerkesya Yurtseverlerine saldırıyorlar. Bunu yaparken kendilerini „tam bağımsız“, bizleri ise „bazan Rusya’nın, bazan Amerika’nın, olmadı Gürcüstan’ın piyonu olmakla suçlıuyorlar. Gel de inan şimdi buna? Ne derlerse desinler, biz Çerkesler ( Adıgeler ) olarak, hızla kendi ulusal kimliğimiz ekseninde örgütlenmemiz ve sadece ulusal sorunlarımız üzerinde yoğunlaşmamız gerektiğine inanıyoruz. Herhangi bir ideolojik-politik angajmana girmeden; dünyayı, insanlığı, emekçileri veya Kafkasya’yı kurtarma hayalleri kurmadan. Çerkes ( Adıge ) halkının kurtuluşu dünya halklarına, devrimcilerine, sosyalistlerine, demokrat ve namuslu insanlarına sunulacak en güzel hediye olacak; varlığını garanti altına almış Çerkes halkı da, kardeşlerine, komşularına ve tüm dünya halklarına elinden gelen yardımı ve desteği verecektir. Amerika’nın, Türkiye’nin, Gürcüstan’ın veya AB’nin bölgede oynadıkları rolün farkındayız. Bunların hepsinin öncelikle kendi çıkarlarını gözeteceklerinin de. Ama eğer biz çıkarlarımızın farkında olursak, kimse bizi kullanamaz. Kullanmak olarak speküle edilecek olanlar sadece kimi çıkarların örtüşmesi olacaktır ki, biz bundan bir rahatsızlık duymuyoruz. Ama sadece bu güçler değil, Rusya Federasyonu da aktif ve Çerkeslerin ulusal kimlikleri ekseninde örgütlenmelerini engellemek için elinden geleni yapıyor. Rusya Federasyonu için en iyisi statükonun devamıdır. Yani, anavatanımızda 6 siyasi birime, diasporada ise onlarca ülkeye dağıtılmış olarak yaşamamız. Bu nedenle “Çerkes”in bir ulusal kimlik olarak kullanılmasına karşıdır.  Bunun yanında RF, Çerkes halkının kendine güven duyan ve gelecekten umutlu bir halk olmasını da istemez. Çünkü umut ve kendine güven direniş dinamiklerinin de canlı kalmasını sağlar.  Bugün bizlere “Adıge” kimliğini ve Adıgeya’yı uygun görüp Çerkes’i ve Çerkesya’yı hiç ağızlarına almayan, ya da bir “üst kimlik” olarak kullananlar Rusya Federasyonu’nun oyununa geliyor, ya da ona hizmet ediyorlar. Çünkü Adıge Cumhuriyeti’nin varlığı durumunda “Adıge” sadece bu Cumhuriyetin kimliği olacak; Kabardey-Balkarya’da veya Karaçay-Çerkessya’da yaşayan Adıgeler ile Adıgey Cumhuriyeti’nde ve diğer siyasi birimlerde yaşayan Adıgeler bir daha birleşememecesine birbirlerinden kopacaklardır. Çerkesler bir ulus olarak ancak Çerkes kimliği altında birleşebilirler. Ve tarihsel toprakları üzerinde hak iddaa edebilmeleri de ancak Çerkes kimliği ile mümkündür. Yani biz   "sadece Adıge” olursak, Çerkesya olmaz. Çerkesya olmazsa Çerkes olmaz. Adıge olur, Kabardey olur, Wıbıh veya Shapsugh olur; ama Çerkes olmaz, Çerkes ulusu olmaz. Ve eğer biz Çerkesler olarak tarihsel topraklarımızda egemen bir halk olamazsak geleceğimiz olmayacaktır. Bu nedenle oyuna gelmemeli, Çerkes kimliğine sahip çıkmaya devam etmeli ve öncelikle Çerkesya’yı inşa etmeye çalışmalıyız. Bizlere Abhazya’dan akıl vermeye çalışan Hayri Bey “tarihte bir Çerkesya devleti yoktu, Çerkesya üzerinde farklı kabilelerin yaşadığı bir coğrafyaydı” diye fetvalar veriyormuş. Böylece derdinin “milliyetçi-faşist Çerkesya Yurtseverleri” değil, “Çerkesya inancı ve mücadelesi” olduğunu da itiraf ediyor.  Ama “sayın uzman” ve bizlere ısrarla “Adıgeliğimizi” hatırlatıp, “Çerkesliğimizi ve Çerkesya’yı” unutmayı öğütleyen Abaza Beyleri, üzerinde Çerkesler değil, “bazı kabileler” yaşıyordu, yani Çerkeslerin vatanı değildi de, bu topraklara neden Çerkesya dendi? Adıgeler Çerkes kimliğini benimsememişlerdi de neden vatanlarına Çerkesya dediler?  Çerkesya’yı tartışma konusu yapmak, Çerkesleri kabileler olarak yaşamaya mahkum etmek ve yok etmek isteyen, Çerkesya ve Çerkes düşmanlarının resmi görüşüdür. Bunlar Çerkesya’ya şiddetle karşılar. Çünkü Çerkesya olmayınca Çerkes ulusunun da olamayacağını biliyorlar. Dünyanın hiçbir yerinde vatan olmadan ulus, vatansız ulus olmaz. Bu ikisi birbirini tamamlar, birbirinin olmazsa olmazıdır.  Dahası, “Çerkesya yoktu” demek, dünyada devlet olamadan toprakları işgal edilmiş halklara yapılabilecek en büyük hakaret ve bir işgali, soykırımı onaylamak demektir.  Dünyada bu durumda olan onlarca halk var. Bu yerli halklar tarihsel topraklarında hiçbir zaman devlet örgütlenmesine sahip olamamışlardı; ama şimdi bütün dünya, bütün demokrat-namuslu insanlar bu halkları tarihsel topraklarının sahipleri olarak kabul ediyor, yasal değişiklikler yapıyor ve tarihi topraklarında yeniden egemen bir halk olabilmeleri için destekliyorlar. Ama Hayri bey ve dostları, Avusturalyalı, Yeni Zelandalı ve Amerikalı sıradan bir insan ve bu “gerici” devletler kadar bile demokrat olamıyor. Evet, bugün dünyanın en gerici devletleri bile “bağımsız Çerkesya yoktu” demez. Bunu diyen biri de Çerkeslerin dostu olmaz. Bu nedenle, “Çerkes, Adıge, Kabardey, Çerkes, Wıbıh…” gibi söylemlerle Çerkes kimliğini sulandıran ve Çerkesya’nın Çerkeslerin tarihi toprakları olduğu üzerinde şüphe yaratmaya çalışan herkesle yollarımızı ayırmalıyız. Bunlar kesinlikle Çerkes halkının dostları değiller Çünkü bir insan, bir grup veya bir örgüt, eğer Çerkes ( Adıge ) kimliğini ve Çerkesya'nın Çerkeslerin vatanı olduğu gerçeğini tanımadan "biz kardeşiz, birlik olalım" vs diyorsa, bilin ki Çerkes halkının boynuna bir tasma takmak, ayaklarına bir zincir vurmak veya kendi çıkarları için kullanmak istiyordur. Enerjimizi, maddi ve manevi gücümüzü, herşeyimizi Çerkesya’yı yeniden inşa etmeye yoğunlaştırmalı ve Çerkes kimliğinin taşıyıcısı Çerkesceyi yaygınlaştırmalıyız. Bütün sosyal kültürel faaliyetlerimizde önceliğimiz Çerkesya ve Çerkesce olmalıdır. Fakat Çerkesya’yı saman altından su yürüterek de inşa edemeyiz. Elle tutulur, gözle görülür, duyulur, hissedilir olmak zorundayız. Çerkesya bizim en doğal; tarihi ve yasal hakkımızdır. Saklayacak, gizleyecek hiçbir şeyimiz yok. İlk olmamız nedeniyle ve statükoları yıktığımız için kimi zorluklarla karşılaşmamız mümkündür. Ama bunları göğüslemeliyiz.  “Bu açıklamanın zamanı mıydı, tam da Suriye’den Çerkesler anavatana dönerken…”  diyenler de 150 yıllık oyunu oynamaya devam ediyorlar. Çünkü, Çerkes sorununu ve Çerkesya’yı başka faktörlere bağımlı tarif etmeye devam ettiğimiz müddettçe bu “en uygun zaman” hiçbir zaman gelmeyecek, hep “aman dikkat” dememizi gerektirecek bahaneler olacaktır.   "Seçimler "bir bahane olabilir mesela. Veya “yeni hükümete bir zaman verelim”, “şu kriz bir bitsin”, “terör eylemleri azdı”, Soçi olimpiyatları bir yapılsın”… bunların hepsi bizlerin Çerkes Sorunu’nu açık açık dile getirmemizin önüne engel olarak çıkarılabilir? Ama nereye kadar?  Ve Rusya Federasyonu henüz ortada Çerkesya söylemi yokken de, Schwardnadze’nin dışişleri Bakanı olduğu dönemde Suriye’den yüzlerce anavatana dönüş talebini çeşitli gerekçelerle reddetmişti. “Statükonun Askerleri”nin bunu bildiklerinden de kuşkum yok.  Rusya Federasyonu aptal değil. Çerkeslerin Çerkesya’da çoğalmalarını, nüfus oranlarının yükselmesini istemez. Hatta ne kadar asimile etmeye çalışsa da, anavatanında yaşayan bir Çerkes Rusya Federasyonu için potansiyel bir tehlikedir. Bu nedenle biz, “ne olursa olsun anavatanımıza dönmeliyiz” derken, RF da, Çerkeslerin anavatanlarına dönüşlerini istemeyecek, en azından kontrol altında tutmak isteyecektir.  Evet, Rusya Federasyonu’nun Çerkeslere yönelik tavrı bellidir: „Çerkessiz Çerkesya“! Ve ulusal kimliği, tarihi vatanı yokedilmiş; parçalanmış, dünyaya dağılmış, asimile edilmesi gereken bir halk. Bizler onun bu tavrını yalvararak veya yaranarak değil; ancak ne istediğimizi açık açık dile getirerek, haklılığımızı göstererek ve mücadele ederek değiştirebiliriz. Tekrar vurgulayayım: Bundan sonra Çerkes Sorunu ve Çözümü başka faktörlere bağımlı olarak formüle edilmeyecektir, edilmemelidir. “Aman Rusya Federasyonu’ndan şunu istemeyin, yoksa bize terörist muamelesi yapar“, “aman şöyle eylem yapmayın, sonra anavatanın kapıları yüzümüze kapanır”, “Putin’e küfretmeyin, sonra başımıza bomba yağdırır”, “bu hükümete bir şans verelim“ gibi söylemlerin de sonu yoktur. Bizim tavrımızın Rusya Federasyonu’nun tavrını belirlediğini iddaa edenler, bizleri RF’nun inisiyatifine terketmiş olanlar ve Çerkes Ulusal Sorunu’na hep başkalarının izin verdiği kadar çözüm arayanlardır.  Çerkesya Çerkeslerin vatanıdır. Bize ana sütü kadar helaldir. Ve onun yerini alacak; Çerkesin Çerkes olarak varlığını devam ettirebileceği başka bir vatan da yoktur.  Öyleyse şimdi “Herşey Çerkesya İçin!” deme zamanıdır…
  • facebook sharing buttonFacebook
  • twitter sharing buttonTwitter
  • pinterest sharing buttonPinterest
  • linkedin sharing buttonLinkedin
  • tumblr sharing buttonTumblr
  • vk sharing buttonvk
  • odnoklassniki sharing buttonOdnoklassniki
  • reddit sharing buttonReddit
  • whatsapp sharing buttonWhatsapp
  • googlebookmarks sharing buttonGoogle Bookmarks