NEDEN DEPORT EDİLDİM? - 3 -

#3150 Ekleme Tarihi 25/09/2019 10:17:57

1992 ile 2014 yılları arasında, kesik kesik, Almanya’da yaşadım. Darmstadt Teknik Üniversitesi’nde inşaat mühendisliği bölümüne kayıt yaptırmıştım. Derslerin dışında yine en iyi bildiğim işi yapıyordum: Siyasi mücadele yani.

 

Birileri ağızlarına sakız ettikleri için, bir konuya daha değineyim. Gerçi halen birlikte çalıştığım arkadaşlar bilirler, saklamadım, kimse sormadan ben onlara anlattım, ama birileri "aaa uuu" diyerek ağızlarına sakız ettiler.

 

Sanki "kirli" bir sırmış gibi...

 

O yıllarda bir evlilik yaptım. Çünkü Türkiye'de bazı gazeteler beni manşet yapmışlardı. Bunun üzerine Almanya'da oturum hakkım kısıtlandı. 6 haftada bir uzatmak kaydıyla, "Duldung" veriyorlardı. Ama 6 haftalık oturum ile yerimden kımıldayamıyor, hiç bir yere vize alamıyordum. Bu sorunu aşabilmek için, o yıllarda birlikte olduğum arkadaşların da onayıyla bir evlilik yaptım. Sorun çözüldü...

 

Siyasi mücadelede bazı sorunları aşmanın, böyle kendine özgü yöntemleri vardır. Gelecekte bizim de gündemimize gelecektir bu yöntemler. Hatta oturumum iptal edildiğinde geldi bile ve Nalchık'tan bir çok arkadaş bu yöntemi önerdiler...

 

1996 yılında, son sınıftaydım, hatta bitirmiştim üniversiteyi, “Diplomarbeit” yazıyordum. Türkiye’de cezaevlerinde açlık grevleri vardı. İnsanlar ölmeye başlamıştı. Bunu protesto etmek için, bir üniversite binasını işgal ettik. İşgal bittikten sonra rektör çağırdı ve “Üniversitedeki başarılarınızdan çok memnunuz, ama siyasi faaliyetleriniz…” dedi.

“Anladım” dedim ve diplomayı almadan ayrıldım üniversiteden.

 

Bir süre Yunanistan’da, İtalya’da yaşadım. İtalya’da bir toplantıda Zapata’larla, Sinn Fein, Herria Batasuna ve daha birkaç örgüt ile tanıştım. Anlattıkları ilgimi çekti. Hatta hayata bakışımı değiştirdi. Belki de yıllardır aradığım bir şeyi buldum. Daha çok bilgi sahibi olmak için İspanya’ya, Latin Amerika’ya... gittim. Araştırmalarım, okumalarım bu yönde yoğunlaştı. Geçinmek ve seyahatlerimi finanse etmek için sağda solda çalışıyordum, eşya taşımacılığı, bulaşıkçılık, garsonluk… yaptım. 2002 yılında Frankfurt’ta Opera’da çalışmaya başladım…

 

Bana ne olmam, ne yapmam gerektiğini söyleyecek kimsemim, babamın, amcamın, dayımın… olmaması bir şanstı. Kararlarımı kendim aldım. Babam, amcam, dayım… olsaydı bir şey değişir miydi? Bilmiyorum, ama herşey bu kadar kolay olmazdı sanırım. Aile-çevre baskısı bazen bunaltıyor insanı. Aykırı olmak, aileye veya çevreye tavır almak kolay değil.

 

Gelenek göreneklerimiz veya Xabzelerimiz her zaman “kimliği korumak” anlamına gelmez, “ilerici” bir rol oynamazlar.

 

Geçmişte de oynamadılar.

 

Tamara V. Polovnkina “Çerkesya Gönül Yaram” kitabında “…Rus yönetimi, eski örf adetlerin kalkmasını istemiyordu. Kafkasya’nın direnişine güç veren İslam’ın ve Müslüman din adamlarının etkisini, siyasi otoritesini engellemek için aşiretçi, kabileci düzeni, örf adetleri destekliyordu.” diye yazar sayfa 208'de.

 

Gerçekten de, Kazanakua Jabağı'nın dediği gibi, gelenek görenekler zamana ve toplumsal örgütlenmeye göre değişen toplumsal değerlerdir. Kimliği gelenek görenekler ile tanımlamak, zaman içinde değişen bu geleneklere bağlı kalmayanların kimlikten de uzaklaşmalarına neden olur. Bu, bir topluluğun bazı üyelerinin ( çoğu zaman daha ileri ) topluluktan dışlanması veya uzaklaşması demektir. Halbuki kimlik, daha kapsayıcı olmalıdır.

 

Bu sorun nasıl çözülebilir? 1- Xabzeler tabulaştırılmayarak, güncellenerek... 2- Politikleşerek… Yani bir vizyon etrafında birleşip bu vizyona ulaşmak için verilecek mücadeleye hizmet etmeyen bütün gelenek görenekler ayıklanarak.

Güncel bir iki örnek vereyim.

 

Mesela geçen sene DÇB’den bir grup gelmişti Ankara’ya. Ankara Çerkes Derneği yöneticileri karşıladı onları. Ama gelen grup, bu yöneticilerin çok “genç” olduklarını söyledi ve daha “yaşlı” olanlarla görüşmek istedi. Asıl dertleri muhataplarının genç veya yaşlı olmaları değildi elbette, ama bunu bahane ettiler. Böylece örgütsel işleyişi bozmaları umurlarında değildi.

 

Veya Martin gözaltına alındığında çıkan sorunlardan birinin nedeni de buydu. Ailesi araya girmiş, kimsenin, hatta avukatların bile Martin ile görüşmesini istememişti. Martin de inisiyatifi ailesine, büyüklerine bırakmıştı. Bu nedenle, epey sorun çıktı, hatta Martin çok daha uzun süre hapis yatabilirdi…

 

“Yaşlılar kötüdür, gençler süper” demiyorum elbette. Demek istediğim; “yaşlı” veya “genç” olmak belirleyici olmamalı, kurumsal-demokratik-çağdaş bir işleyiş olmalı ve herşey politik mücadelenin ihtiyacına göre yeniden tanımlanmalıdır.

 

Adam en önemli ulusal günümüzde kürsüye çıkıyor, bildiği halde Çerkesçe değil, Rusça konuşuyor ve gençlerin bunu protesto etmesi “haynape” oluyor.

 

Veya gencecik insanların saç renkleri, takıları, giyim kuşamları nedeniyle Çerkeslikleri sorgulanıyor.

 

Bunun bir örneğini de Nalchık’ta yaşadım. Ürdün’lü bir kız vardı, Sine. Kalkmış Ürdün’den vatanına gelmiş, üniversiteyi bitirmiş. Yalnız, ailesinden bir destek almadan ve iş bulamadığı halde Nalchık’ta yaşayabilmek için direniyor, saçma sapan işlerde çalışıyor. Ama giyim kuşamı vs gibi nedenlerle sorunlar yaşıyor. Böyle saçmalık olmaz…

Onların yerinde ben olsam, “eğer Çerkeslik buysa, ben Çerkes değilim” veya, büyük ihtimal, “haddinizi bilin dinazorlar” derim.

 

Siyasi tartışmalar yoğunlaştığında, Almanya’daki yaşamım sorgulandı veya karalamak-itibarsızlaştırmak için camiadan kopuk olduğum iddia edildi. Doğru değil bunlar. Evet, herşeyimle camianın içinde değildim, görev ve sorumluluk almadım, ama camiadan da kopmadım.

 

Mesela Çerkes halkının vatanından sürgün edilmediğini kendi isteğiyle göç ettiğini iddia eden Baturay abiyi eleştirdiğimde, eleştirilerime cevap vermek yerine, bir ara benim “Çerkeslik beni ilgilendirmiyor” dediğimi iddia etti.

 

Doğru değil bu. Vaktim oldukça etkinliklere gidiyordum, toplantı yapmak istediklerinde onlara üniversitede yer ayarlıyordum, kendisinin bir alfabe kitabını üniversitede bedava bastırmıştım…

 

Hatta bir gün “bir baskı makinesi olsa da vatana götürsek çok iyi olurdu. Orada herşeye ihtiyaç var” demişti. Ben de bu baskı makinesini buldum. Üniversitenin, hatta o alfabe kitabını da bastırdığım baskı makinasıydı. Aylarca bekledim. Ama almadı. “Daha büyük bir tesisi kastetmiştim ben” dedi. Öyle bir tesis de buldum İsviçre’de. İnanmadı. Fotoğraflarını istedi. Gönderdim. Ama 2 hafta kadar sonra geri geldi fotoğraflar. 

 

Maikop’a gönderecekmişti de, götürecek kişi fotoğraflar adresine ulaşmadan bir gün önce Maikop’a gitmişti de… bla bla bla.

 

Kaç milyonluk tesis bulmuşum. Sadece taşımak için birkaç TIR bulacak, bedava alıp götürecek, ama adrese bir gün geç ulaşmışmış fotoğraflar. Ciddiyetsiz!

Uzatmayayım… Ben, “bazı siyasi çalışmalarım nedeniyle dernekte görev almam mümkün değil” demiştim ama o bunu “Çerkeslik beni ilgilendirmiyor” diye yansıttı kamuoyuna.

 

Bu kirli yöntemin nedeni sanırım siyasi düzeyin düşük olması. Bilgi birikimleri yetmeyince böyle karalama, itibarsızlaştırma gibi yöntemlere başvuruyorlar.

Bu, camiamızda hala geçer akçe!

 

Muhammed Hafıtze'nin Nalchık'ta oturumum iptal edildiğinde "Kanjal olaylarına karıştı" veya Hauti'nin "50 yaşında adam üniversite öğrencisi mi olur?" demeleri gibi.

Halbuki ben Kanjal olaylarına hiç karışmadım, Çerkes Günü kutlamalarındaydım. Hafıtze ile birlikte fotoğraflarım bile var. Veya üniversiteye, bitirip bir meslek sahibi olmak için değil, daha hızlı Rusça öğrenmek ve isteyenlere Almanca dersi vermek için kayıt yaptırdığımı her yerde söyledim, yazdım...

 

2007 yılında Circassiancanada’da yazmaya başladım. “TALEBE” rumuzuyla forumlarda yazıyordum. Niye CC? Bilmiyorum. Özel olarak seçmedim. Bir Çerkes sitesiydi. Forumları vardı. Bu forumlardaki tartışmalar güzeldi. Köşe yazısı yazma teklifi gelince fazla düşünmedim. Sadece bazı nedenlerle gerçek ismimle yazamayacağımı söyledim. İstisna olarak kabul ettiler…

 

Bir de yazılarıma müdahale edilmesini istemediğimi söyledim. Elbette sitenin karakterine uygun olması için redakte etme hakları vardı, ama içeriğine karışmayacaklardı. Allah var, karışmadılar. Yazdıklarım olduğu gibi yayınlandı.

İki istisna hariç: Estemirova öldürüldüğünde yazdığım “Kalbim Her Şafak Vakti Kurşuna Dizilir” yazıma çok kızdılar. Bir de “Arafat öldürüldü” diye yazmama. Yazım tekniği, habercilik vs gibi bir sürü gerekçe gösterdiler, ama ikna olmadım.

 

Bence asıl sıkıntı siyasiydi. Estemirova Memorial’a çalışan bir insan hakları savunucusuydu. 2006 yılında benzer nedenlerle öldürülen Rus gazeteci Anna Politkovskaya’nın arkadaşıydı. Cesur çalışmaları nedeniyle kaçırıldı, işkenceyle öldürüldü ve cesedi yol kenarına fırlatıldı.

 

Bana göre böyle bir cinayetin hiçbir haklı veya meşru gerekçesi olmazdı.

Bu, benim için önemli bir ilkedir. Kimse, ne yapmış olursa olsun insani olmayan, yasadışı, hukuksuz bir şekilde yargılanamaz, cezalandırılamaz. Dünyanın neresinde olursa olsun haksızlığa uğrayan her insanın yanındayım. Estemirova da, isterse ajan olsun, böyle bir ölümü haketmemişti.

 

Katilleri kınanmalıydı, kınadım! Elimden gelseydi, daha fazlasını da yapardım.

Bu gerçeği birçok yazımda dile getirdim. Tepki göstermediğimiz her yanlış, her haksızlık bizi çürütür. Sevgi damarlarımızı kurutur. Ve eğer tepkisizliğimize bahaneler bulursak yanlışlar ve haksızlıklar zamanla kafamızda meşrulaşır.

 

Bakın işte, vatanımdan deport ediliyorum, yasal hiç bir gerekçe yok ellerinde, hatta bende "temiz kağıdı" var. Yapılanın yasadışı olduğunu biliyorlar. Hatta kendileri de yazılarında "her Çerkese vatanına kayıtsız şartsız dönüş hakkı" talep ediyorlar. Ama benim oturumumun iptaline ve deport edilmeme tepki veremiyorlar.

Neden?

 

Çünkü, muhalife karşı haksız-hukuksuz-yasadışı uygulamalar, kendileri farkında olmadan, kafalarında meşrulaşmış. Dün Estemirova'nın yargısız infaz edilmesine sesini çıkarmayan, bugün de benim deport edilmeme seyirci kalıyor.

 

Her zaman her şeyi yapmaya gücümüz yetmeyebilir, ama dilimize, kalemimize, kalbimize zincir vurmamalıyız. Haksızlığa uğrayanları “bizden” “onlardan” diye tasnif etmemeliyiz. Hayatta “biz” ve “onlar” hep yer değiştirir. Bir gün biz de başkalarına göre “onlar” olabilir, hakka-hukuka ihtiyaç duyabiliriz.

 

“HATKO SCHAMİS” mahlası ile yazmaya başladım. Neden Hatko Schamis? Tabii iç dünyamda bunun bir nedeni veya karşılığı var, ama özel bir anlamı yok.

Önemli olan şuydu:

Ben entelektüel gevezelik olsun diye veya sosyalleşmek için yazmaya başlamadım. Benim için siyasi faaliyet ciddi bir iştir. Çünkü anlatılan, yazılan her şey birilerinin hayatlarını etkiliyor. Kimsenin gevezelik olsun diye ortaya çıkıp başkalarının hayatlarını böyle etkileme hakkı yoktur.

 

Benim kuralım şudur: Kendin yapamayacağın hiçbir şeyi anlatma, yazma, savunma. Veya yazdığın, anlattığın, savunduğun şeyin adamı/kadını ol!

 

CC'de yazmaya başladığımda o güne kadar ki siyasi faaliyetlerim ve birikimim sonrasında artık hayata ve Çerkes Sorunu’na bir bakış açım vardı.

Bunu kamuoyuna anlatabileceğime, örgütleyebileceğime inanıyordum. Kendime güveniyordum.

 

Zamanı gelmişti!

 

Hatko Schamis

  • facebook sharing buttonFacebook
  • twitter sharing buttonTwitter
  • pinterest sharing buttonPinterest
  • linkedin sharing buttonLinkedin
  • tumblr sharing buttonTumblr
  • vk sharing buttonvk
  • odnoklassniki sharing buttonOdnoklassniki
  • reddit sharing buttonReddit
  • whatsapp sharing buttonWhatsapp
  • googlebookmarks sharing buttonGoogle Bookmarks