ANADİLE DAİR DÜŞÜNCELER

#479 Ekleme Tarihi 20/02/2011 06:23:30
20 Şubat 2011 Anadil, toplumun kalbidir, canıdır, ulusa “ulus” diyebilmek için gerekli nişanlardan en önemlisidir, denilebilir… Tarihle uğraşanları şaşırtacak kadar uzun bir geçmişe sahip olan ulusumuzla birlikte yolculuk etmiştir, Adıge dili. Birlikte yolculuk etmekle kalmamış, halkın duygu ve sezilerini özümseyerek, tüm yaşamı boyunca olan-biten herşeyin üzerinde bir nakış olarak işlenmiştir. Böyle olunca, anadilin, birçok bakımdan ulusun bir tarihi olduğunu, bu tarihin izleri açığa çıkarıldıkça, bizden önce yaşamış nesillerin düşünce ve yaşam biçimlerinin gizlenmiş olduğu büyük bir ormana benzediğini söylemek mümkündür. Bu büyük ormanda arayış içinde olan yetenekli insanlar halkın geleceğine tanıklık edecek birçok şeyi bulurlar. İşte, anadil böyle bir zenginliktir, ulus için. Kendi dilinin tadını ve güzelliğini kabul etmeyen dünyada hiçbir toplum olmasa gerek. Adıgeler de, anadilimiz de öyledir. Kendi ocağımızın başında otururken anadilimize olan sevgimizin ne denli çok olduğunun farkına pek varamayız; çünkü sürekli kulağımızdadır sevgilimiz. Çok şükür ki özlemini çekmiyoruz. Ancak, kuşun yuvasına olan sevgisi gibi, biz Adıgeler’de, kadim vatanımızı terk edip, yabancı topraklara sığınmak zorunda kaldıktan sonra, anadilimizi özler olduk; onu ansızın bir yerlerde duyarsak eğer, bir şarkı gibi gelir bize, hayranlıkla dinleriz. Herkesin bildiği gibi, dün doğmuş bir ulus dili yoktur. Bütün dillerin başlangıcı çok eskilere gider, birçok dönemden geçerek günümüze gelir; zeka ürünü olan çok şeyleri içerir. Bu nedenle, dünyada “güçsüz” denebilecek bir dilin olmadığını söylemek de mümkündür. Abarttığımı söyleyenler olacak mı, bilmiyorum ama becerebilirseniz eğer, Adıge dilinde ifade edemeyeceğiniz bir düşüncenin olmadığı kanısındayım. Adıge sözleri o denli anlamlı, o denli kapsamlı, düşünceleri o denli derinden kavrıyor ki, Adıgece ile söylediğimiz herşeyi başka bir dille ifade etmenin imkansız olduğunu düşündüğünüz zamanlar da oluyor. Niçin yalan söyleyeyim, anadile olan sevgim nedeniyle böyle düşünüyor da olabilirim, ancak, kuşku yok ki, Adıgece güzeldir, kıvraktır, anlamlıdır, içeriklidir, ferahlatıcıdır. Eğer, onun güçsüz, büyük düşünceleri ifade etmekte yetersiz olduğunu sanıyorsak, bilelim ki çok yanılıyoruz, anadili öğrenmedeki kendi eksikliğimizi ona yüklüyoruz. Rivayetlerdeki atın “sen adam olursan, ben at olurum” dediği gibi, “siz ulus olursanız, ben size dil olurum" dedirtecek güç ve beceri vardır, Adıge dilinde. Onun ne yapabileceğini bilmeden, ambarın dibini kazımayı hiç düşünmeden, ona “güçsüz” etiketini yapıştırdığımızda, yanlışlığın en büyüğünü yapmış oluruz. Bugünkü yaşam biçiminin tahmin edemeyeceğimiz kadar değişmiş olduğu doğrudur; çok hızlı gelişmeler oluyor. Bu hızlı gelişim süreci, kendi görüş ve düşüncelerini de beraberinde getiriyor. Bu düşünceleri öncelikle dil kapıyor, adlandırıyor, daha önce adlandırılmış olanlara ilaveler ediyor. İşte bu aşamada, güncel yaşama uyacak terimler bulamadığımızda dilimizi güçsüz gibi görüyoruz. Ancak, bu konuda biraz daha derinden düşünmemiz gerekir: bugünkü yaşantımızda var olan her şeyin “üstesinden gelememesi” anadilimizin suçu mudur acaba? Suçu değildir; çünkü böyle bir durumla çok sık karşılaşmayız, zaman zaman karşı karşıya geliriz ki, o anlar da, daha çok yeni ortaya çıkan durumlarla ilgilidir. Halbuki, Adıgece, yaşantımızın her alanında bize eşlik etmiş olsa, bizimle var olarak, işyerlerinde ve çalışma hayatında yer bulabilseydi eğer, olan biten herşeyi rahatlıkla içine alabilecek; bu şansı yakalamış başka diller gibi, her türlü düşünceyi bizim dilimizle de ifade edebilme imkanı olacaktı. Çünkü bir kez daha belirtmek isterim ki, Adıgece, her türlü düşünceyi ifade edebilecek güç ve yeteneğe sahiptir. Ancak, üzüntüm şudur ki, Şocentsıku Ali’nin anadile ilişkin özlemi henüz gerçekleşebilmiş değil; onu, şimdilik, daha çok başucumuzda kullanmaktayız. Bu yüzden de, onu yaşamın her alanına koymaya kalkışırsak, büyük düşünceleri ifade etmede yetersiz kalacağını sanıyoruz. İnsan olarak, birşeyi isteme arzumuzun büyüklüğünü, onun bize verebilecekleriyle, bize sağlayacağı faydanın miktarıyla ölçmeye alışmışız. Peki, Adıgece bugün bize ne verebilir? Anadilin için böyle bir soru sormak hoş bir şey değil; değil ama aramızda kendine bu soruyu sorabilenler var olduğu sürece, konu üzerinde daha fazla durmamız gerekiyor. Ben şahsen, şayet, Nart müziğimizi, öyküleierimizi, şarkılarımızı, değerli yazar ve şairlerimizin güzel eserlerini anlamak, onların tadını alabilmek için başka bir dile ihtiyaç duysaydım, halkımızın hayat fısıltısının, ışığının ve coşkusunun içerisinde yetişmemiş olsaydım eğer, kendimi birçok bakımdan şanssız sayardım. Anadili biliyor olmanın ne denli büyük bir şans olduğunu, ancak onu bilmemenin ne demek olduğunu anladığında fark edersiniz. Bana göre, böyle bir kişi, yaşamı için ona çok gerekli olan önemli bir şeyi yitirmiş olduğu halde, yitirdiği şeyin önemini fark edemeyen birisidir. Birileri “o kadar da abartma” diyebilir bana; çünkü anadili bilmemekle ne karnın aç kalır, ne de cebin daha az para görür. Günümüzde, karın tokluğuyla, cüzdan tokluğunun önemli sayılarak, birçok şey bunlarla ölçüldüğünden, söylediklerimizle başkalarını inandırmak kolay bir şey değildir, ancak… Ancak, iyi ki de, insanlar sadece bu tür şeyler için yaşamazlar. Karnı tok, cüzdanı dolu, ancak yüreği aç olarak yaşamını sürdüren bir insana özenmek için herhangi bir neden yoktur. İnsan, farkında olsa da, olmasa da, itiraf etse de, etmese de, vücudu gibi, yüreğini de tok tutmak, onun tok kalmasını sağlamak için çareler arayarak sürdürür yaşamını. Bu nedenle, içinden geldiğin toplumun hislerini anlayarak, olan-bitenin farkına varıp, hayat yolculuğunun aynasına bakarak yaşamaya gayret etmek gerekir. Bunu amaç edinenler için anadilden daha iyi bir rehber nerede bulunabilir ki!.. Demem o ki, kendini ulustan biri olarak kabul ettiğin sürece, o ulusun en önemli nişanı olan dilini de bilmek görevimiz olmalıdır. Onu öğrenmek için en küçük bir şans varsa, kibirden ya da tembellikten dolayı öğrenmemek ayıptır. Ancak, ayıplamak dışında, bunun için kimseyi suçlamak mümkün değil. Suçlamak da, ayıplamak da değil, benim bu yazıyı yazmaktaki amacım. Kuşkusuz, herkes kendine layık olanı daha iyi bilir: Sizin sevdiğinizi ben sevmeyebilirim, benim sevdiğim size gülünç gelebilir; anadile ilişkin bu düşüncelerimizi içi boş büyük laflar olarak görenler de olabilir. Böyle olmaması için, anadili bilmenin yararlarıyla, bilmemenin zararlarından biraz daha bahsetmemiz gerekir. Ulus, kendini bir ulus olarak görüyor ise, kendisi gibi olanların sahip olduğu şeylere de sahip olması gerekir. Ulusu bir arada tutan, ulusla var olan dil de onlardan birisidir. Geleneklerden söz ederken, beğenmediklerimizi zaman zanam değiştirmeye kalkışırız. Ancak, toplum geleneklerini değiştirmek de öyle kolay bir şey değil. Oturup bir çırpıda yaratmaya ve benimsetmeye kalkıştığımızda anlarız, geleneklerin oyuncak olmadığını ve onunla oynanamayacağını. Gelenekler yaratılmaz, yaşanarak oluşur. Yüzlerce yıl boyunca yaşadıklarını bir anda yok etmeye toplum izin vermez. Adıge gelenekleri de buna izin vermedi. Ancak, “Adıge Geleneği” diyebileceğimiz daha anlamlı ve daha güçlü geleneklerin her döneme uyabileceğini ve yakışacağını, yaşamı güzelleştirmede, hayatla barışık ve uyumlu bir nesil yetiştirmede geleneklerimizin çok yararlı olduğunu en sonunda anlamış olduk. Gelenekten bu kadar çok söz etmemin nedeni, bu söylediklerimi anadilimize bağlamak içindir ki, şuna içtenlikle inanıyorum: halkın geleneklerini başka dillerle de öğrenmek mümkündür, ancak tam anlamıyla anlaşılamaz. Onun düşünce tarzını anlayabilmek için, onu yaratan ulusun dilini de bilmek gerekir. Anadili bilen herkesin de kusursuz olduğunu, gelenekleri bildiğini ve benimsediğini söylemek istemiyorum. Hayır, ne yazık ki, Adıgece’yi su gibi bilenler arasında da, Adıgelikle, gelenek ve görenekle alakası olmayanlar var. Benim söylemek istediğim şey başkadır: soydaşlarıyla uyum sağlayamayan, onlara benzemeye çalışsa da, anadili bilmeyen kişi, doğduğu vatanında bir misafir gibi kalıyor, Adıgeliğinde bir eksiklik varmış gibi görünüyor. Çocukları anadilden yoksun bırakıldığında, gelecekteki iş hayatlarının daha iyi olacağını zanneden ana-babaların bu hususu düşünmeleri gerekir. Dediğimiz gibi, böyle ana-babaların endişesi, sanırım çocuklarının istikbalidir. “Adıgelik”, “kahramanlık” diye direttiğimizde, büyük bir ihtimalle alay konusu da oluyoruz. Şimdi, Adıge diline karşı olması gereken sevgimiz hakkında söylediklerimizi burada bitirerek, onu bilmenin sağlayacağı yukarıda belirttiğimiz yararlarından biraz daha bahsedelim. Peki, sadece duygusal olarak onu zenginleştirmekle kalmayacak, aynı zamanda hayat yolculuğunda da rahat ettirecek böyle bir armağandan çocuklarımızı mahrum etmek niye? Anadilimizi öğrenmeden yetişen çocuklarımızın, soydaşları arasına katıldıklarında ürkek kalacaklarını niçin düşünmüyoruz? Adıgece bilmemesinden utanan, bilmediğini saklamaya çalışan ve öğreneceğini söyleyerek dolaşan Adıgeler de var. Duyguları gerçek, idealleri de yüksek ise emellerine ulaşırlar, ancak, şunu da unutmamaları gerekir: dili yetişkin olduktan sonra öğrenmek kolay değildir; Adıgeceyi tam olarak öğrenmek hiç mümkün olamayabilir. Niçin derseniz, yetişkinlerin dilimizin seslerini çıkarmaları, çocuklara nazaran daha zordur, oturmuş bir gırtlaktan yeni sesler daha zor çıkar. Açıkça söyleyelim, dünyadaki her şeyi fayda sağlayan ve fayda sağlamayan olarak ikiye ayırarak, Adıgeceyi de fayda sağlamadığını zannettiğimiz şeylerin arasına koyduk, onu fazlaca ihtiyaç duymadıklarımızın arasına yerleştirdik. Fayda görmekten hoşlanmayan yoktur, ancak, “bir bütünü yiyecek kişi, yarısını yemeyi bilmez” deyiminde olduğu gibi, üstün bir insanın aradığı şey de kendisi gibi üstün bir faydadır. Anadili iyi bilmek de bu tür faydalardan birisidir. Büyük insanların anadile ilişkin sözleri bir araya getirilebilseydi eğer, oldukça büyük bir kitap olur, o büyük kitapta da ulusunun dilini bilme ve sevmeye yönelik nasihatler dışında, ona karşı olan tek bir kelime bulunmazdı. Örneğin, büyük yazar K. Paustovsky şöyle yazmıştı: “Anadiline karşı tutumuna bakarak, her insanın, sadece kültür düzeyini değil, vatanına yaptığı hizmetin düzeyini de anlayabilirsin. Anadiline büyük sevgiyle bağlı olmadığın sürece, yurduna da büyük sevgi gösteremezsin .” Bunu tam olarak anlamış ve içtenlikle benimsemiş olan kişi, bırakınız kalabalık yerlerde yaşıyor olmayı, yurdun en ücra köşesinde yaşasa bile, annesiyle birlikte doğan diline ihanet edemez. Böyle bir insan, her bitkinin kendi kökünün bulunması ve bütün “damarlarıyla” o köke bağlanmış olması gibi, her insanın da kendi köklerine bağlı kalmasının gerekli olduğunu çok iyi bilir. Anadiline hak ettiği önemi vermeyenler, kendilerini böyle insanlarla mukayese ederek onları örnek almış olsalardı, kuşkusuz kendi özeleştirilerini de yaparlardı. *** Adıgece’yi rahat konuşamayan, daha da kötüsü hiç bilmeyen, öğrenmek için de hiçbir çabası bulunmayan kentlerde yaşayan Adıge sayısındaki (çok şükür ki, köylerimize şimdilik ulaşmadığını sanıyorum) artışın birçok gerekçesi var. Ancak, itiraf edelim ki, çocuklarımız Adıgece’ye gönül vermekten, onun güzel dünyasına adımlarını atmaktan ve anadillerini öğrenmekten mahrum kalırlarsa, bunun nedeni çoğunlukla biz ana-babalar olmaktayız. Şu şekilde konuşan birçok ana-babaya rastlanıyor: “Çocuklarımızın anadillerini bilerek yetişmelerini çok arzu ediyoruz, ancak ne kadar uğraşsak da, evden dışarı çıktıklarında her taraf Rusça olduğundan bir işe yaramıyor”. Ne olur beni bağışlayın, bu tip ana-babalar çoktandır aynı bahaneyi uyduruyorlar; tam olarak aydınlatılmamış, süregelen bir yalandır bu: Rus dili sokağa ne denli hakim olursa olsun, öğretmek için hiçbir çaba olmasa bile, evin içinde Adıgece var ise ve o dili konuşmak evde bir gelenek olarak sürdürülüyorsa, çocukların Adıgece’yi kapmamaları, dilin yapısını ve inceliklerini çözerek, onun “anahtarlarını” keşfetmemeleri ve sonuçta o dili öğrenmemeleri mümkün değildir. Bir dili öğrenmede en önemli husus da şudur: işittikçe ve konuştukça, dilin yapısı ve kullanılış şekli öğrenilir, düşünceler onun üzerine inşa edilir ve dilin “anahtarları” yavaş yavaş açılmaya başlar. Anadili zamanında kanına, canına işlememiş bir çocuğa, okula başladıktan sonra kelime ve deyimleri öğretmeye çalışmakla fazla bir şey elde edilemez: sözcüklerin bağlanma şekillerini, kullanılma yerlerini çözemeden onu “elinden kaçırır”. Sonuçta, anadilin “anahtarını” elinde tutan da, herkesten önce onu çocuğa verebilecek olan da, içinde doğup büyüdüğü ailesidir, ana-babasıdır. Böyle olunca, çocuklarımıza, bir zaman sonra onların da pişman olacağı, bizi de kusurlu görecekleri şeyi yapmayalım; büyük güçlüklerle daha sonra arayabilecekleri şeyden, anadilimizden çocuklarımızı göz göre mahrum etmeyelim. *** Doğrudur, çocuk, anadilin “ilk eğitimini” öncelikle ailesinde görmeli ve ana-babasından almalıdır. Ancak, anadilini akıcı ve etkili kullanan bir neslin yetişmemesinden ana-babalar tek başlarına sorumlu tutulamazlar. Bu konuda esas sorumlu olması gerekenlerden “ana-babalar istemiyor”, “ana-babaya göre doğru değil”, “ana-babaların suçu” gibi lafları çok duymaktayız. Ana-baba kelimesi; hiçbir sorumluluk almak ve anadil sorununu adamakıllı halletmek istemeyenlerin, okullarda hak ettiği değerin verilmesi için çaba harcamayanların kullandıkları bahaneleridir; bizden kaçtıkları, bizi oyaladıkları ve kandırdıkları sözlerdir. Anadilimizin okullarda değer bulmasını istemeyenlerin gösterdikleri bahane sadece “ana-baba” bahanesi değil; “çocuklar istemiyor” “çocukları ikna edemiyoruz” diyerek başka gerekçeler buldukları zamanlar da oluyor. “Çocuk olmayan, yetişkin de olmaz” derler. Sanırım herkes buna katılacaktır: Okumaya çok meraklı çocuk varsa bile, sayıları çok azdır. Çocuk, okumak yerine sokakta oynamayı tercih eder; böyle olunca, “bunu okumak istiyor musunuz?” diye çocuklara sorarak bir ders programı hazırlamaya kalkarsak, korkarım boş bir sayfayla başbaşa kalabiliriz. Çok iyi bilmediğiniz bir konuda çok ayrıntılı konuşmak doğru değildir; benim için peda;ji konusu da böyledir. Bununla birlikte, konumuz buraya kadar uzanınca, anadil ile okullarımız arasındaki ilişkiye de bilebildiğim kadarıyla değinmek istiyorum – Adıgece’nin ne denli devlet dili olduğu konusuna. Saklamaya gerek yok, Adıge dili ve edebiyatının öğretimi ile ilgili olarak endişe edilmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken çok şeyler var. Bunlara ilişkin basında ve başka yerlerde pek çok şeyler dile getirildi; üzerinde üç gün boyunca konuşulabilecek, yakınılacak kadar konu var. Bununla birlikte, şunu da belirtmek gerekir: bu konularda kaygı duyulacak birçok şeyimiz var ise de, bugün 15 yıl öncesine göre, anadilimize, edebiyatımıza, tarihimize ve kültürümüzün diğer yönlerine okullarda daha fazla değer verilmeye başlanmıştır. Bugün kentlerde yaşayan birçok çocuk, Adıge dilini şimdi daha iyi bilir, okul, kreş ve sokaklarda dilimiz daha fazla duyulur oldu. Anadilimiz ve kültürümüze ilişkin olarak, bir kısım okul ve kreşlerde sergilenen etkinlik ve konserlere bakınca moralimiz düzeliyor. Yüksek okullarımızda Adıgece’nin daha fazla önem kazanmasına, üniversitelerin filoloji bölümlerinde daha büyük kürsülerin açılmış olmasına ne dersiniz? Bu konulardan bahsederken, böyle iyi şeyleri de unutmamak gerekir. Zamanımızın elbisesini çıkaramamış olsak da, üzülerek belirtmeliyiz ki söylediğimiz bunca söz, daha çok, “yakın geçmiş” diyebileceğimiz, demokrasi rüzgarından nasibini biraz alabilmiş, beslenen birçok güzel umudun sönerek yok olduğu, değişimden önceki dönemle ilgilidir. Zamanımızın elbisesini çıkarmama nedenini de söyleyelim: iyi işlerden birçoğu, çok şükür ki, halen devam etmektedir. Bununla birlikte, bu güzel değişikliklerden son yıllarda yavaş yavaş vazgeçilerek eskiye dönüş yapıldığını da saklamaya gerek yok. Bu tür iyi işleri yapmaktan “yukarısı” vazgeçmeye başlayınca, aşağıda da, sanki onu özlemle beklermiş gibi, Adıgece öğrenimi ve Adıge kültürü için devletin harcadığı paraların hesabını yapan, oralara harcanan paralarla devletin bozuk bütçesinin tüm açıklarının kapatılabileceğini ısrarla savunan, çocuğunun anadil bilmesini, öğrenmesini istemeyenleri kışkırtan Adıge “ideologları” ortaya çıktı. Bu hesabı yapanlara başka ev ödevleri vermek gerekir: Rusya devlet başkanı olmak için mücadele edenlerden birinin(örneğin Rus olmayan halkları “çok seven” Jirinovski’nin) seçimlerde harcadığı paraları alın. Bundan, Rusya içerisinde, kendi topraklarında yaşayan tüm halkların anadillerini öğretmek ve geliştirmek için harcanan paraları çıkarın. Kalanı da “rüşvet” denebilecek ücretleri alacak olanlara paylaştırın… Artık hiçbir toplumsal aktivitenin tam anlamıyla Adıgece yürütülmemesi, yaşamı boyunca Adıge diline bağlı kalarak yaşamış yazar, sanatçı ve aydın gibilerin düzenledikleri jubile gecelerini bundan böyle Rusça yürütmeye başlamış olmaları, anadilden geri dönüş yapıldığının açık göstergeleridir. En büyük gerekçeleri ve önüne geçemediklerini söyledikleri husus da şu: başka halklardan olan insanlar da katılıyor iken, Adıgece etkinlik yürütmek yakışık almıyor. Bunun anlamı Adıgeceyi yeniden bir köşeye atmaktır; çünkü, aramızda Adıge olmayan birinin (birilerinin) de bulunmadığı önemli bir işimiz olmuyor. Eğer, bundan başka bahanemiz olmadan yolumuzu değiştirecek isek,“Adıge dili devlet dilidir” demenin anlamı nedir peki? Anadillere ilişkin çıkarılan süslü yasalar ne işe yarayacak? Ayıp olan, içinde bulunduğun, aynı vatanda birlikte yaşadığın halkın dilini öğrenmeye çalışmamaktır. Ayıp olan, seni hiç düşünmeyenlerden çekinerek, onları dikkate alarak, çok eskiden beri ulusunun yaşadığı güzel lisanını yetişen yeni neslin dilinden düşürmektir. Ayıp olan, senin yabancıya verdiğin değer kadar, onların da sana değer vermesini istediğini onlara hissettirmemektir. Ayıp olan, Adıgeceyi, sanki diğer dillerden daha kalitesiz, büyük işler onunla yapılamazmış kanaatini uyandırmaktır. Ayıp olan, Adıge dili olmadan da Adıgenin Adıge olabileceğini nesillere inandırmak, düşüncelerini buna yöneltmektir. Dediğim gibi, Adıgece’nin bugünü ve geleceği hakkında konuşurken çok şeyden bahsetmek mümkündür, ama sorun olan şu: “bu işin daha güzel olması için ne yapmak gerekiyor?” sorusuna yanıt vermekte zorlanıyoruz. Olan-biten herşeyi tam olarak bilemediğimiz için(özellikle pedo;ji konusunda), endişe duymamın ötesinde, bu konuda fazla görüş belirtebilecek durumda değilim. Yine de, belki bir işe yarar diyerek, bazı şeyler söylemek istiyorum. Öncelikle, anadile ilişkin devletin çıkardığı yasaların uygulandığını denetleyen bir komisyonun bulunması gerektiğine inanıyorum. Böyle bir komisyon belki de vardır ancak, benim istediğim, çalışmaları ve düşünceleriyle işine sarılan(veya sarılacak), her kesimden insanların yer aldığı geniş ve en önemlisi de iş yapacak bir komisyondur. İkinci olarak, terminoloji ile Adıge yazı dilinin uyumunu sağlamak için çalışacak daimi bir komisyonun(diğer cumhuriyetlerde var) olmaması büyük bir eksikliktir. Dilimizin gelişmesini, yazı dilinin iyileşmesini istiyorsak, bunu muhakkak oluşturmalıyız. Üçüncü olarak, neslin anadili bilmesini, öğrenmesini teşvik etmek için, bu dilin kullanıldığı, yararlanıldığı alanları gittikçe çoğaltmamız gerekir. Örneğin, bir zamanlar, bizim üniversitede böyle bir uygulama getirilmişti: yabancı dilde verilmesi gereken bazı sınavların yerine anadilde sınava girilebiliyordu. Yanılmıyorsam, başka alanlardaki geri dönüşler gibi, bu güzel uygulamadan da geri dönüldü. Dördüncü olarak, eğer dilimizin devlet dili olduğu doğruysa, bu bir gösteriş değilse, bunu ispatlayacak, uygulama yapılabilecek yerler ve denenebilecek alanlar saptanarak işe başlanmalı, yavaş yavaş da geliştirilmelidir. Bunu, kavga-dövüş olmadan, akıl ve bilim temelinde yapmak gerekir. Beşinci olarak, devlet statüsünde olduğumuz doğru ise, tam bir cumhuriyet olduğumuzu kabul etmek ve edilmek istiyorsak, sokak, işyeri, okul ve meydan isimlerinin anadilde yazılmış olması gerekir. Devlet yöneticileri şirket, işyeri, kafe, dükkan gibi şeylerin açılabilecekleri yerler ve uyacakları kurallar konusunda sıkı yasalar koyarlar. Aynen diğer yasalarda olduğu gibi, dille ilgili yasalarda da bu tür kuralların bulunması gerekir. Altıncı olarak, dile ilişkin yasaların, para harcamaksızın ya da az bir harcamayla uygulanamayacağı açıktır. Devlet bütçesini hazırlayanların bu hususu dikkate almaları gerekir. Şu da bir gerçektir: herkesi doyuran toprak ve o topraklar üzerinde çalışan emekçilerdir. Böyle olunca, toprağa ve toprağı işleyenlere hakettikleri değeri vermek gerekir. Çok şükür ki bu konuda hiçbir endişem de yok. Bununla birlikte, ulusun yazı dili, edebiyatı, bilimi ve onları kullanacak aydınları olmadıkça, gelişmiş toplumlar içerisinde yer almak ve onlarla birlikte yaşayabilmek mümkün olamaz. Buna da inanmamız gerekiyor. Şunu söylemenin yanlış olacağını sanmıyorum: kariyer, bilim ve kültür açısından bugüne kadar aramızdan sivrilenlerin tamamı olmasa bile, büyük çoğunluğu köylerde doğmuş ve orta düzeyde eğitim almış kişilerdir. Köyde doğmuş, büyümüş ve köylülere karşı derin sevgiler besleyen biri olarak, benim bunun kötü bir şey olduğunu söylemem ayıp da olur, yakışık da almaz. Hayır, kendimi de başkalarını da küçümsemek gibi bir niyetim yok, ama… Ama birçok büyük insanın da söylediği, yaşamın kendisinin de tanıklık ettiği şu gerçeği de söylemeden geçemeyiz: her aydın kişinin yetişmesine temel teşkil eden toplum geleneklerini tanımak, yüksek kültür ve sanattan anlayan insanlar yetiştirmek için en uygun ortamları sağlayan yerler kentlerdir. Bunu, şunun işin söylüyorum: bugün için, el sanatı ya da bilimle uğraşan, anadiline sıkıca bağlı Adıge aydınları arasında, şehirlerde yetişmiş olanlar varsa bile, kanımca sayıları çok azdır. Yine tekrar ediyorum, yetişmiş aydınlarımızın olduğuna, anadilimizi yüceltmek için ciddi adımlar attığımıza, bunun yanında, yazılı kültürümüzün “canlandığına” ancak, yazarların, oyuncuların, rejisörlerin, Adıgece ve Adıge edebiyatı öğretenlerin, Adıgece yazan gazetecilerin, Adıgece ve Adıge edebiyatıyla uğraşan bilimadamlarının çoğunun şehirlerimizde yetişmeye başlamasıyla inanacağız. Bunun öyle olabilmesi için, kuşkusuz zamana ihtiyacımız var (esasen, yazı dilimizin var olmasından bu yana çok zaman da geçti). Ne yazık ki, onun gerçekleşmesi için var olan işaretler bugün için çok az, düşünenlerin sayısı daha da azdır; endişe duyan ise neredeyse yok gibidir. İnşallah yanılıyorumdur. *** Başka ülkelerde yaşayan Adıgelerin işlerine karışmanın doğru olmadığını düşünenler de vardır, kuşkusuz. Ancak her ne kadar ayrı yerlerde de bulunsak, farklı devletler içerisinde yaşıyor da olsak, biz yine de tek bir vücut gibiyiz; bize böyle hissettiren, yüreklerimizi karşılıklı kılan, birbirimizi yabancı göstermeyen, bizi bir ulus olarak bir arada tutan ve bir ulus olduğumuzu hiç unutturmayan mıknatıs, çok şükür ki aramızdan kalkmadı. Böyle olunca, geçmişimiz için ağlaşmaya biraz ara vererek, bugünkü duygu ve düşüncelerimizi birbirimize anlatmanın, daha çok endişelendiğimiz hususlarda fikir alışverişinde bulunmanın, ileride karşılaşmamız muhtemel olan sorunlara birlikte çözüm yolları aramanın hiç de kötü olmayacağı kanısındayım. Türkiye’de yaşayan Adıgelerin yanında üç defa misafir oldum. Yaşantıları, insanlıkları ve dünya görüşleri hususunda endişe edilecek hiçbir husus görmedim: çalışıp kazanıyorlar; aç ve açıkta olan hiçbir Adıge’ye rastlamadım. Yabancı topraklarda yaşayan Adıge toplumumuz için en çok kaygı duyulması gerektiğini gördüğüm şey, aralarında Adıge dilini bilmeyen çok kişinin var olması, onu kaybediyor olmalarıdır – tek tük kişi dışında, bu durumdan kaygı duyana da rastlamamış olmamdır. Denilebilir ki, biz Adıgeler, sanki yok olma özlemiyle, farkında olmadan bugünlere geldik. Yaşıtlarımız ve daha büyükleri arasında Adıgece’yi bilmeyen çok az kişinin var olduğu doğrudur. Biliyorlar da ne demek, konuşurlarken şarkı söyler gibi, hayranlıkla kendini dinleten “işte, gerçek, akıcı Adıgece budur” dedirten çok kişi var yaşlılar arasında. Ancak, ulusunun geleceği kendilerine bağlı olan gençler için aynı şeyi söylemek, ne yazık ki mümkün değil. Daha önceleri, arasıra Türkiye’den gelenlerin şöyle dediklerini duyardım: “Böyle giderse, 50 yıl içerisinde orada yaşayan bütün Adıgeler dil bakımından Türkleşeceğiz.” Biz Adıgelerin adeti olduğu üzere, biraz abarttıklarını düşünerek, moralimi iyi tutup, iş o kadarına varmamıştır, diyordum o sıralar. Ancak üç kez gidip de durumlarını gördükten sonra, daha önceleri duyup da inanmadığım şeylerin gerçek olduğunu anladım. Bu konu hakkındaki görüşlerime, “Oshamahue”dergisinde ve “Adıge Psalhe” gazetesinde yayınlanan “İstanbul’u Uzak Görmüyorum” adındaki gezi yazımda kısaca yer vermiştim. Burada bu konuyu bir kez daha gündeme getirmek yerine, gezi yazısında yer almayan başka konulara değinmek istiyorum. Üzüntüm odur ki, Türkiye’de yaşayan Adıgelerin anadilleriyle eğitim yapmalarına, televizyon, radyo gibi yerlerden Adıgece duymalarına devlet olanak sağlamıyor, sağlamak için hiçbir umut da bulunmuyor. Böyle olunca, Türkiye’de yaşayan Adıgelerin(diğer ülkelerde yaşayanlar dahil) ne yazık ki, ellerinde kalan imkan, morallerini bozmadan daha uygun zamanları beklerken, anadillerini ailelerinde ve köylerinde korumaları, bir araya geldiklerinde kendi dillerini kullanmaları gerektiğine içtenlikle inanmalarıdır. Kusura bakmasınlar ama yabancı ülkelerde yaşayan Adıgelerin çoğunun anadil konusunda günaha girdiklerini düşünüyorum. Türk devletinin “Evinizde Adıgece konuşmaya hakkınız yok” yada “Karşılaştığınızda Türkçe dışında başka bir dille konuşamazsınız” diyeceğini sanmıyorum. Türklerden ben böyle bir şey beklemem. Başka bir şeyin daha farkına vardım: Türkiye’de yaşayan Adıgeler, gerek kendi evlerinde, gerekse sokakta rastlaştıklarında kendi aralarında Adıgece yerine Türkçe konuşuyorlar; dernek etkinliklerinde de, anavatandan gidenlere yönelik bir şeyler söylemedikleri sürece Adıgece konuşmazlar (buraya geldiklerinde de aynı şeyi görüyorsunuz: sizinle çok güzel Adıgece konuşurlar, ama kendi aralarında konuşurlarken hemen Türkçe’ye veya Arapça’ya dönerler.) Görebildiğimiz kadarıyla, dernek toplantıları da bu şekilde yürütülüyor – Türkçe kullanılıyor (Araplardaki derneklerde de muhtemelen Arapça). Evlerde kullanılmazsa, okullarda izin verilmezse, Adıgece bilen yeni nesli nereden bulacaksınız? Beni affedin, bunu canım acıyarak söylüyorum; hiç kimseyle alay etmek gibi bir niyetim de yok. Kim bilir, belki birilerini düşündürür, kederlendirir veya kızdırarak, kapılmış olduğumuz sel sularında boğulmaktan kurtarabilir bizi, diyorum da ondan söylüyorum bütün bunları. Ya da, söz gelişi başka ülkelerde yaşayıp da üniversitelerimize eğitim için gelen erkeklere, kızlara bakalım. İnşallah yanılıyorumdur, ama onların içerisinde Adıgece konuşmaya, okuma-yazma öğrenmeye can atan fazla kimseye rastlamadım. Önceki yıllarda, öğrenciler arasında Adıgece’yi düzgün bir şekilde konuşmayı, okuma-yazmayı öğrenmiş olarak geri dönmek isteyenler vardı. Sonraki yıllarda çok az kişi böyle bir istek duyuyor. Peki, onları seçerek gönderen dernekler bu işe nasıl bakıyorlar? Rusça öğrenmeleri iyi bir şey, meslek edinmeleri de çok güzel ama beş yıl süreyle atalarının yurdunda yaşama ve soydaşlarıyla bir arada bulunma şansı yakalayan birisi, sudan çıkmış kaz misali, üzerine Adıgece hiçbirşey yapışmadan, okuma-yazma öğrenmeden nasıl dönecek geldiği yere? Bunu düşünmemek, önem vermemek için nasıl bir Adıge sevgisine, nasıl bir Adıge yüreğine sahip olmak gerekir? Rusya’da, Rus dilini daha iyi öğreten, bilim alanında daha geride kalmayan çok sayıda okul var. Başkalarının işine karışıyor izlenimi yaratıyor muyum bilemem, ama bana göre, dernekler anavatanda okuyacak öğrencileri seçerlerken işin bu yönünü de düşünmeliler… Başka ülkelerde yaşayan Adıgelerden duyduğum ve benim de anladığım kadarıyla, anadile ilişkin bu kötüye gidişatın başlangıcı çok da eski değildir: insanların kendilerini mal-mülk ve işe daha fazla kaptırmalarından, gençliğin televizyon başına üşüşmesinden ve çocuklarımızın, yaşlıların anlattıkları rivayetleri, söyledikleri hikayeleri dinlemez olmalarından sonra başladı. İşte, anavatanda yaşayan bizlerin buradan ders çıkarmamız gerekir. Mal-mülkü seven herkesin yöneldiği bu pazara bizim yönelmemiz daha dün gibidir, buna rağmen, kendimizi tanıyamayacak kadar kötü yönde nasıl değiştiğimize bir bakınız - davranış açısından, ahlak açısından, halkla birlikte gelen değerlere karşı olan tutumumuz açısından. Korkarım ki, çekişme ve kavga-dövüş ile geçen yaşantımızın yerine koyacağımız aklı bulamaz isek, anadilimizin başına gelecek olanlar, diğer ülkelerde yaşayan Adıgelerin başına gelenlerden daha farklı olmayacaktır. Kısaca söylemek gerekirse, bu konuda, anavatanda ve diğer ülkelerde yaşayan her iki taraf da acınacak durumdadır: “Küçük ırmak, büyük ırmakta kaybolur” atasözünde olduğu gibi, her tarafta yaşayan Adıgeler bugün hayatın acımasız deneyiminin içerisindedir. Bu acımasızlığa karşı durabilmek için şimdilik sahip olduğumuz tek şey anadilimizdir; bu “silahı” elimizden düşürürsek eğer, biz Adıgelerin yaşamalarının kalacak tek gerekçesi, o atasözünün dediğini gerçek kılmak olacaktır. *** Soyunuzun izlerini sürerek, isimlerini sayarak yukarıya kadar gidebilseydiniz, her soyda olduğu gibi, kendi soyunuzun köklerinin de çok derinlerde olduğunu görebilirdiniz. Babanızın babasının babasının ötesine, zamanın sislerine karışan “eskinin eskisi” dönemlere kadar uzanır, o kökler. İç içe geçmiş bir ağ gibi örülmüş o köke can vermeyi başlatacak olan da anadilin kendisidir. Bir cana başka canlar eklenerek, o kökler de, onların uçları da sizlere kadar ulaşır… İşte, çocuğunuz anadilini bilmiyorsa, soyunuzun kökleriyle olan bağlantınız da kesilmiş demektir ki, yeniden bağlanmaya çalışsanız da, ona kavuşmak bir daha mümkün olmayabilir. Niçin derseniz, hayatın da tanıklık ettiği üzere, çocuğunuz Adıgece’yi ancak yarım biliyor ise, onun çocuğu Adıgece’yi fazla öğrenemeyecek, onun da çocuğu hiç bilmeyecektir. Hiç Adıgece bilmeyen bir nesil, uzun asırlardan gelen soyunun köklerini kopararak tarih kapısını kendi elleriyle kapatmış olur. İnsanların akıllarına her dönemde büyük düşünceler gelir, ancak, akla gelen her düşünce, onu iyi ifade edebilecek kelime, deyim ve uygun anlatım biçimlerini her zaman bulamaz. İfade edilebilmiş düşüncelerle, ifade edilememiş olanları kıyasladığımızda, edilebilmiş olanları damlaya, olmayanları ise denize benzetebiliriz. Buna rağmen, binlerce yıllık geçmişi olan dilimize sığdırılamayacak bir düşünce bulunmasa gerek… “Davut”, onun oyulduğu mermer taşının dışında, başka taşlardan da oyulabilirdi. Ona benzer mermer taşları her yerde vardır. Onların herbiri, başka “Davut”ları da yaratabilecek olağanüstü hazineler içerir. Bu olağanüstü hazineler, Allah’ın usta heykeltıraşlar göndermesini, onu yaratacak yeni Michelangelo’ları bekliyor. Dil de böyledir; o da keşfedilmeyi bekleyen müthiş sırlar içeriyor. Henüz açık olmamış sayısız harikaları… Adıge dilinin de, olağanüstü şeylerle beslenmiş gizli bir gücü vardır. O gizli gücü ortaya çıkaracak yazarları bekliyor, dilimiz. Uyuyan harikaları uyandıracak yazarları… Her türlü duyguyu kavrayacak, dilimizi sünger gibi emebilecek yazarları... Soluğumuzdan kaçan, yakalanması en zor duyguları kapabilecek yazarları… Kim bilir, Adıge dili ve bu dille yaratılan edebiyatımız kısmet olur da ölümsüz olma şansını elde ederse… Elde edeceğine de inanıyorum! Bu şansı elde edeceğinden kuşku duyduğunuz bir dille yazı yazmak, çok yaşamayacağını düşündüğünüz bir edebiyatla tüm toplumu oyalamak şımarıklıktır… İşte, Adıge yazı dili böyle bir şansı bulabilir de, gelecek asırlara adım atmaya başlarsa, o dönemde yaşayacak olanlar bugünkü yazıları gülümseyerek okurlar; dilimizi kullanma şeklini çocuk konuşmasına benzetirler… Ne mutlu özlemlerimizin geçekleşmiş olduğu o zamanda yaşayacak Adıgelere!.. Dilerim öyle olur! Utıj Boris, Kabardey-Balkar Halk Yazarı Çerkesçeden Çeviri : Muvaffak Temel
Dil-Xabze
Diğer Haberler
  • facebook sharing buttonFacebook
  • twitter sharing buttonTwitter
  • pinterest sharing buttonPinterest
  • linkedin sharing buttonLinkedin
  • tumblr sharing buttonTumblr
  • vk sharing buttonvk
  • odnoklassniki sharing buttonOdnoklassniki
  • reddit sharing buttonReddit
  • whatsapp sharing buttonWhatsapp
  • googlebookmarks sharing buttonGoogle Bookmarks