HERŞEY BİRLİĞİMİZ, ULUSLAŞMAMIZ VE GELECEĞİMİZ İÇİN -son-

#64 Ekleme Tarihi 03/10/2015 12:32:32
HERŞEY BİRLİĞİMİZ, ULUSLAŞMAMIZ VE GELECEĞİMİZ İÇİN! (4)
Ne sadece gelenek görenekleri veya dili yaşatmak, ne de birşeyleri birleştirmek. “Çerkesyalılar” uluslaşmak istiyor; kültürel faaliyetlerle de “en kahraman Rıdvan” rolüne soyunarak da bunun mümkün olmadığını ve eğer “kendimize ait bir siyasal alan” yaratamazsak gelenek görenekleri, kültürü, dili ve hatta xabzelerimizi yaşatmamızın mümkün olmadığını; tek başına bu türden faaliyetlerin "oyalanmaktan" başka bir anlamı olmayacağını biliyorlar.Uluslaşmak istiyoruz ve dünyaya baktığımızda bunun iki yoldan mümkün olduğunu görüyoruz: Ya etnik kimlik eksenli, ya da ortak bir coğrafya üzerinde yaşayan  birden çok etnik grup birlikte. En genelinde bunlara “Almanya tipi” veya “Fransa tipi” deniliyor ve hiçbiri öyle bir iki arkadaşımızın iddaa ettiği gibi “200 yıl öncesi”nin örgütlenme veya uluslaşma modelleri değiller. Hala, eğer uluslaşmak istiyorsanız bu iki yoldan birini, şartlara en uygun olanını seçmek zorundasınız. Yani, ne etnik köken eksenli örgütlenmek eski veya çağdışı, ne de Kuzey Kafkasya Halklarını “kabileler” olarak tanımlayıp “kabile, ömür billah kabile olarak kalır; Kuzey Kafkasya ‘kabileleri’ ancak biraraya gelirlerse ulus olabilirler” demek ve çok etnikli örgütlenmeyi veya uluslaşmayı savunmak modern olandır. Bu “uydurma” bir teoridir! Tam tersine; modern, barışçıl ve demokratik olan; bir etnik grubun hiçbir şeyi mutlaklaştırmadan ulusal kurumlarını yaratmaya çalışmasıdır. Bildiğimiz gibi ırk, “renk, boy, ses, vücut yapısı vb. gibi kalıtımla gelecek kuşaklara aktarılabilecek özellikler veya ekonomik-siyasal nedenlerle benzeşen veya birbirinden faklılaşan insan topluluklarının sınıflandırılmasına imkan veren kata;riler”dir. Irkçılık ama, “bir farkın tespitinde değil, bu farkın ötekine karşı kullanılmasında yatar” ve bir insan topluluğunun: ulusun, ulusal azınlığın, etnik grubun, kabilenin veya dinsel grubun diğerlerinden farkını koymak, anlatmak ve korumaya çalışmak ırkçılık değildir. Ne zaman ki bu farka kendini “üstün görme” ve “yüceltme” veya diğerlerini “küçümseme”  “aşağılama” anlamları yüklenir, o zaman ırkçılık ortaya çıkmaya başlar. Bu anlamda ırkçılık, bir sınflandırma veya değer biçmedir; yani değerlendirmedir, farkın yorumlanması ve bu farka veya değerlendirilmeye maruz kalanların “alt veya üst”, “iyi veya kötü” tarzında tasnif edilmeleridir. Birilerine “olumlu”, diğerlerine “olumsuz” sıfatların yüklenmesidir. Irkçılık, çeşitli grupları hedef alır; farklı ideolojilerden istifade eder. Bu, ırkçılığın “sağı”nın “solu”nun olmadığı anlamına da gelir. Ama ırkçılığın taşıyıcısı siyasal yapılanmalar “faşist” ve “şövenist” sağ’dır. Çünkü bu siyasal örgütlenmeler kimi zaman kitleleri “üstün oldukları”na inandırarak; kimi zaman da “ötekileri”ni aşağılayarak “tekleşmeye" ve “düşman yaratmaya” çalışırlar. Bu nedenle farkını ortaya koymak ve korumaya çalışmak “ırkçılık” değil; tam tersine “ırkçılığa tavır” almaktır. Farkını korumaya çalışanların, başka hiçbirşey yapmasalar dahi ve “kendiliğinden” demokratik güçler arasında yer almalarının; ırkçı siyasal örgütlenmelerin veya devletlerin demokratikleştirilmesi mücadelesinde “ittifak” sayılmalarının nedeni de budur. Bize “ırkçı” diyenlerin düzenledikleri etkinliklere bakın: Dev bir Türk bayrağı, yine aynı büyüklükte bir Atatürk posteri olmazsa olmazlarıdır. Bir yerlerde de bizim “mendil” kadarcık bayraklarımız. Elbette hiç bir halkın önderine veya bayrağına hakaret veya saygısızlık etmeyiz; ama eğer bunlar “Türkleştirme”nin ve “tek ulus yaratma”nın; bunu yaparken diğerlerini aşağılamanın, varlığını reddetme ve asimile etmenin simgeleri iseler durup düşünmek lazım. Ve ona buna “ırkçı” veya “milliyetçi” yaftaları yapıştırıp “demokrasi” havariliği yapanların önce bu sahnenin, neden bu sahnenin öne çıkarılıp insanlarımızın gözlerine sokulmaya çalışıldığının ve kurumlarımızın bizi neden demokratikleşmeye direnen gerici, faşist ve şövenist güçlerin saflarına itmeye çalıştığı üzerinde kafa yormaları gerekir. Irk ve ırkçılığı kısaca böyle tanımladıktan sonra biraz da kabile ve ulus konusuna değinelim Bildiğimiz gibi kabile, “aynı soydan geldiklerine inanan birden fazla boyun bir araya gelmesiyle oluşan, bir arada yaşayan; dil, kültür, gelenek ve görenek bakımından birbirine bağlı insan topluluğu”; yani insanların bilinçli iradelerinin dışında doğan, biyoloji ve tarih tarafından oluşturulan bir toplumsallıktır. Ulus ama, her şeyden önce, mutlaka doğuştan gelen özelliklere dayanmaması gereken, sonradan gerçekleştirilen bir birliktelik veya bir örgütlenmedir. Yani ulus da “... tarihsel bir inşadır. Tarihin belli bir döneminde ve mekanda oluşur. Ama insanların iradi çabalarının ürünüdür.” Kabile veya ırk olarak biraraya gelinmede insan edilgin iken; uluslaşma sürecinde etkindir, iradesi ile davranmaktadır ve insanlar doğallıktan çıkıp toplumsallaştıkları oranda ve düzeyde ulusa katılırlar. Ulus öncesi birimlerin; etnik grupların veya kabilelerin şekillenmesinde insan-doğa ilişkileri, ulusun örgütlenmesinde ise insan-insan ilişkileri; yani ekonomi ve siyaset belirleyicidir. Batı toplumlarında ulus-devlet kurma süreci birkaç aşamadan geçmiştir. Birinci aşama on beşinci yüz yıldan Fransız Devriminin yapıldığı on sekizinci yüz yıla kadar ki süreyi kapsar ve devletin oluşumunu içerir. Yani ulus devletlerin ortaya çıkmasını Fransız devrimi ile başlatmak yanlış olmasa da, Fransız devrimi öncesinde kapitalist ilişkilerin gelişerek feodal yapıların çözülmesinin ve merkezileşmenin de ulus devletlerin altyapısını hazırladığını görmek gerekir. Bundan sonra kitleler askerlik, eğitim kurumları, yeni ekonomik ilişkiler ve kitle iletişim araçları eliyle giderek artan oranda sisteme dahil edildiler. Paradoks gibi görünse de kitlelerin uluslaşma sürecine katılmalarında yeni kimliğin egemen ulus öncesi kimlikle çatışma içerisine girmesi de önemli bir rol oynar. Bu çatışma, ulusal pazar çerçevesindeki birleşmeye katılmayan ya da katılamayan yerel egemenlerin veya eski üretim biçiminden faydalanmaya devam eden kesimlerin eski kimliğini; yani değerlere dayanan ulus öncesi ilişkileri ve kurumları tasfiye ederken, yerine işbölümüne ve çıkarlara dayalı yeni ilişkileri inşa eder; topluma yeni kimlik kazandırır. Kuşkusuz “bir ulus devletin oluşum süreci her yerde aynı yolu izlemez” ve her toplum zamansal-mekansal görelilikler nedeniyle kendine özgü bir uluslaşma, ulus devlet kurma sürecinden geçer. Ama ulus devletin yapısal çerçevesini oluşturan üç temel unsur “toprak bütünlüğü”, “siyasal bütünlük”  “toplumsal bütünlüktür”. Siyasal bütünlük, “ulusu oluşturan bireylerin ortak bir kimlik altında siyasi yapıya dahil edilmeleri” ve toprak bütünlüğü ise “vatan” demek iken “toplumsal bütünlük”, uluslaşma sürecinde bireyin yerel ve bölgesel yapılarla olan bağlarının çözülmesi; daha geniş ve daha yaygın olan kentsel ve endüstriyel kuruluşlarla bağlarının güçlenmesi anlamına gelir. İlişkilerdeki bu yer değiştirme bireyin daha esnek bir toplum içinde eğitim, tüketim malları ve hizmetler olarak kaynakların dağılımından daha büyük bir pay almasına olanak sağlar. Yani toplumsal bütünleşme uluslaşmanın hızlanmasına ve ulus devletin gelişimine katkıda bulunur, ulusal bağları ve ilişkileri üretir; ama  ulus devlet de toplumsal bütünleşmeyi hızlandırır. Karşılıklı bir etkileşim sözkonusudur. Uluslaşma sürecinin bu genel karakterine bakıp, bizde “tebaa”, “aristokrasi” veya “klasik din adamları” göremeyen kimileri bizim “ulus öncesi” ilişkileri aştığımızı, hatta bu ilişkilerin bizde hiç olmadığını düşünürler. Ki, “bizde sınıflar yoktu” gibi uydurma söylemlere inananlarımız da az değildir. Halbuki bizde ulus öncesi ilişkileri aşmak gerekir dediğimizde anlaşılması gereken belli bir coğrafya üzerinde ( vatan ) kabile kimliklerinin ezilmesi, örgütsüz toplumsal yapının değiştirilerek siyasal katılımın desteklenmesi ve toplumun eşit üyeleri olmaya dayalı siyasi ilişkilerin örgütlenmesidir. Bu da, ancak bilinçli bir çaba ve gelecek kuşakların eğitilmesi ile mümkündür.  Bu nedenle gerek anavatanda ve gerekse diasporada sadece dil ve kültürü değil; siyaseti de öğretecek “ulusal eğitim” kurumlarımızın; okullarımızın veya “akademilerimizin” açılması; her düzeyde örgütlenmek; halkımızın seçme ve seçilme hakkı dahil, siyasal yaşama katılımını  sağlayacak ve kendi kendisini yönetmesi için gerekli araçların yaratılması hayati öneme sahiptir. Halkımız, kendisi ile ilgili kararları olabildiğince geniş bir katılımı sağlayarak; derneklerin ötesinde “Kongre” , “Meclis” veya “Xase” tarzı örgütlenmeler aracılığıyla yine kendisi alabilmeli ve bu kararları hayata geçirecek organları yaratmalıdır. Her türden mesleki ve sosyal-siyasal örgütlenmeler aracılığıyla mümkün olduğunca kendi kendine yeterli bir toplum olabilmeliyiz. Ve bizi bu kurumlarda bir araya getiren, bize yol gösteren kimin Adıge, Abhaz veya Çeçen olduğu değil; Çerkes ( Adıge ) halkının çıkarları ve bunun siyaseti olmalıdır. Kim ne derse desin, bizde kabile kimlikleri hala “üst kimlik”tir ve bu kimliklerin eridiği durumda veya insanlarımızda bu kimliklerin yerini içerisinde yaşadığımız toplumların veya ulusların kimlikleri almaktadır. Yani biz ya schapsuğ, kabardey, vıbıh vs. yiz; ya da Türk, Arap veya Rus.    Çerkes (Adıge) kimliği gelişmemiş, bunun yerine ikame edilmeye çalışılan “Kafkasyalılık” veya “Kuzey Kafkasyalılık” ise kültürel bir aksesuar olmaktan öteye geçmemiş; Türkleştirme veya Ruslaştırmadan önceki “son durak” olmuştur. Eğer bu konuda ciddi bir çaba içerisine girmez, uluslaşmamızın önündeki engellerle bilinçli bir şekilde mücadele etmezsek ulusal kimliğin gelişmesi mümkün değildir. Çünkü bizim ulus öncesi kimliklerimiz içerisinde yaşadığımız ülkelerin ekonomik ve siyasi ilişkileri içerisinde çözülmekte; bizim kendimize ait güçlü bir “toplumsal siyasal alanımız” olmadığı için de eriyen bu kimliklerin yerini “bizim olmayan” başka kimlikler almaktadır. Başka ulusların güçlü kimlikleri ve dev olanakları karşısında bizim amatör kurumlarımızla direnmeye çalışmamızın “yeldeğirmenlerine karşı Don Kişotluk yapmak”tan farkı yoktur. Uluslaştırma üç temel araçla gerçekleştirilebilir: Ordu, eğitim ve siyasal katılım. Ordu, ülkesel bütünlüğün savunulması çerçevesinde ulusallığı, ulusal değerleri geliştirir. Eğitim ise genel olarak “toplumun genç üyelerinin yetişkin üyelerce, var olan kültüre bilinçli, amaçlı ve düzenli bir biçimde hazırlanma süreci” olarak tanımlandığı içinuluslaştırmada son derece önemli rol oynar. Keza ulusal ve kamusal kararlara katılmanın aracı olarak siyasal katılım da bireyi, ulusal bütünün bir parçası olduğu bilincine ulaştırma anlamında uluslaştırma için önemli bir araçtır. Çerkesya Yurtseverleri ile “Kuzey Kafkasya Halkları”nı birlikte örgütlemek ve “uluslaştırmak” isteyenler arasındaki ayrımlardan biri de buradadır. Diğerleri toprak bütünlüğünü sağlamak ve korumak için “ordu” faktörüne ve bunun oluşumuna ağırlık vermek, güçlü bir askeri-merkezi yapı örgütlemek ve savaşmak zorundalar. “Bağımsızlık”, “düşman RF” vb söylemlerini öne çıkarmalarının nedeni de budur. Çünkü birden çok etnik grubun birlikte uluslaşması ancak ortak bir “düşman”ın varlığında, merkezi-askeri bir örgütlenmenin iradesi altında ve yukarıdan aşağıya- zorla mümkündür. Bu nedenle “Umarov” da, “Emirlik” de bir tesadüf değil; “birleştirme” çizgisinin zorunlu bir sonucudur. Ona buna “siz savaş mı istiyorsunuz?” veya “RF düşmanları” derken; diğer yandan “Kuzey Kafkasya” sloganına sahip çıkanlar, bilerek veya bilmeyerek, bu değirmene su taşıyorlar. Çünkü Kuzey Kafkasya Halklarının birliği veya birlikte uluslaşması başka türlü olmaz. Ve bu bilinci canlı tutanlar kendileri “barış melekleri” olduklarını iddaa etseler bile samimi ve cesur genç insanlarımızı yanlış yöne kanalize etmektedirler. Biz Çerkesya’nın kendi ayakları üzerinde durabileceğine, bunun altyapısının olduğuna inanıyoruz ve elbette bağımsızlığa karşı değiliz; ama bağımsızlık bizim “olmazsa olmaz”ımız değildir ve biz bağımsızlık için mücadele etmiyoruz. Bizim önceliğimiz, “tarihsel topraklarımızda birleşmek ve egemen bir halk olmak, kendi kaderimizi tayin veanavatana dönüş hakkımızın tanınmasını sağlamak; ekonomik ve siyasi olarak dünyaya entegre olabilmiş, komşularıyla barış ve huzur içerisinde yaşayan demokratik bir halk ve ülke” olabilmektir. Günümüzde ekonomilerin ve demokrasilerin gelişmişlikleri ile birbirine bağımlılıkları; insanlarda vetoplumlarda insan hakları, ulusal ve azınlık hakları konusunda oluşan bilinç; yapılan kimi yasal düzenlemeler ve uluslararası hukuk bize toprak bütünlüğümüzü ve siyasal birliğimizi sağlama konusunda yeni fırsatlar sunmaktadır. Bugün artık en geri devletler bile insanlarına kimliklerini yaşatma ve tarihsel toprakları üzerinde örgütlenme hakkı vermektedir.  Bu anlamda RF’ndan ayrılmak bir “öncelik” ve “zorunluluk” değildir. Demokratik, insan-toplum haklarına saygılı ve gerçekten federal bir RF’nda Çerkeslerin gelecek korkusu olmadan, barış içinde yaşayabileceklerine ve hızla zenginleşip halkımıza daha yüksek yaşam standartları sunabileceğine inanıyoruz. Bunlar için savaşmak gerekmiyor. Artık bir etnik grubun “eğitim” ve “siyasal mücadele-örgütlenme” araçları ve barışçıl, demokratik; ama kararlı ve cesur bir mücadele ile yasal sınırları zorlayarak veya değiştirerek hedeflerine ulaşması, aşağıdan yukarıya uluslaşması mümkündür.  Bizim perspektifimiz “ayrılmak”değil; “ayrılma hakkı da dahil, halkımızın tarihsel toprakları üzerinde kendi kaderini tayin hakkı”nın tanınması ve “varlığımızın garantisi olacak kadar özgürleşmek”; “uluslaşmaktır”.  İşte biz böyle bir Çerkesya, böyle bir RF ve böyle bir dünya düşlüyoruz!     Kimileri bugün artık ulusların ve dolayısıyla ulusal örgütlenmelerin miadlarını doldurduklarını söylüyor; uluslaşma ve devletleşme çabası içerisinde olan insan topluluklarını “mikro milliyetçi” veya “bölgeci” olmakla suçluyorlar. Gerçekte ama, “mikro milliyetçilik” dedikleri “bu güne kadar alışılmış olandan daha küçük boyutlarda ulusal kurumlar veya devlet yapıları oluşturma hedefine yönelmiş bir siyasi akım”dan başka birşey değildir. “Mikro milliyetçi” veya “mikro ulusçu” akımların gerek söylemde, gerekse de eylemde, uluslaşma ve ulus devlet kurgusuna alternatif bir yönelimleri yoktur. Aksine, bu akımlar uluslaşma kurgusunu ve söylemlerini yoğun biçimde kullanırlar. Dolayısıyla varolan ulus devletler ne kadar milliyetçi iseler çoğu zaman bir zorunluluk nedeniyle uluslaşma veya “daha küçük ulus devlet” kurma çabası içerisinde olan siyasi akımlar da o kadar milliyetçilerdir demek yanlış olmayacaktır. Bu durumda bizleri “mikro milliyetçi” olmakla suçlayanların aslında uluslaşma gibi bir dertlerinin olmadığı açıktır. Yine burada vurgulanması gereken başka bir nokta da, “mikro milliyetçi” diye nitelenen akımların mutlaka ayrı bir devlet kurma peşinde olmadıkları; çoğunlukla ulus devletin (tekil) türlerinden birisi olan tek uluslu üniter devlet modeline karşıt bir akım olarak ortaya çıktıklarıdır. Ama bir devlet mutlaka tek ulus yaratma eksenli “üniter” olmak zorunda değildir. Hatta böyle tek ulus yaratma eksenli üniter devletler şövenist, anti demokratik karakterleri nedeniyle ve “küresel ekonomi”nin önüne bir engel olarak çıkabildikleri için tarihe karışırlarken federal devletler yaygınlaşmaktadır.        Ulus devleti ve “mikro ulusçu”luğu eleştirenlerin bir alternatif gibi sundukları “ulus üstücü” Avrupa Birliği’ne gelince… Avrupada “ulus üstücü” bir yapılanma yoktur. Ve Avrupa Birliği bünyesinde gerçekleştirilecek olası bir siyasi bütünleşme sonucunda ortaya çıkacak olan da -eğer olursa- “Avrupa ulusu” olacaktır. Yani, Avrupa Birliği bir siyasi bütünleşmeye erişse bile, ortaya çıkacak olan, bünyesine aldığı ulus-devletlerin toplamı kadar bir büyüklüğe erişen yeni bir ulus devletten başka bir şey olmayacaktır. Ama bu hayalleri bir kenara bırakıp soruna daha gerçekçi bakabilenler Avrupa Birliği bünyesinde gerçekleştirilecek bir siyasi bütünleşmeye yönelik çabalardaki tüm artışa rağmen birliği oluşturan ulusların dirençlerinin kolay kolay kırılamayacağını görüyorlar. Bu ulus devletler hala başta eğitim tekeli olmak üzere, tüm uluslaştırma araçlarını ellerinde tutmakta ve bunları etkin bir biçimde çalıştırmaktadırlar. Sonuç olarak, günümüz itibarı ile değerlendirildiğinde Avrupa Birliğini “ulus üstücü” bir yapılanma olarak değil; uluslar veya ulus devletler birliği olarak tanımlamak daha doğru, daha gerçekçi olandır. Yani, ulus devletin meşrutiyetine alternatif bir meşrutiyet temeli henüz geliştirilememiştir ve “ulus üstücü” akımların da ulus devlet yerine geçebilme olanakları yoktur. Bugün her insan topluluğu ya kendi etnik kimliği ekseninde uluslaşacak, ya da başka ulusların içerisinde eriyecektir.  Şimdiye kadar anlattıklarımızı özetlemek gerekirse: Kabile, “dil, kültür, gelenek ve görenek bakımından birbirine bağlı ve genellikle aynı soydan gelen bireylerin oluşturduğu insan topluluğudur”, yani insanların bilinçli iradelerinin dışında oluşan bir toplumsallıktır. Ulus ile karşılaştırıldığında çok farklı tarihsel ve toplumsal süreçlere denk düşer. Ulus öncesi bir örgütlenmedir. Aynı soydan gelen, ayni dili konuşan insan topluluğuna aidiyeti ve kendiliğinden bir toplumu ifade eder. Ulus dendiğinde ama birden çok kabilenin biraraya gelmesi değil; bir insan topluluğunun kendiliğinden bir topluluk olmaktan çıkıp kendisi için bir toplum olması sözkonusudur. Yani uluslaşmak iradi bir süreçtir. Toplumsal, tarihsel, siyasi, ekonomik ve iradi bir süreç. Bu süreç ortak bir coğrafyayı ve merkezi bir siyasi örgütlenmeyi zorunlu kılar. Uluslaşma her yerde aynı yolu izlemese de, ya “bir coğrafya üzerinde yaşayan insan topluluklarının veya etnik grupların bir kimlikte eritilmesi” ya da “etnik olarak kendini bir topluluğa ait hissedenlerin siyasallaşmasi vemerkezileşmesi” şeklinde gerçekleşir. Yani bir etnik grup tek başına uluslaşabileceği gibi, birden çok etnik grup da birlikte uluslaşabilirler. Coğrafya eksenli uluslaşma güçlü bir merkezi otoriteyi gerektirir. Bu güç, çoğu zaman zorla, farklı etnik grupları bir pota altında toplayıp, etnik aidiyetleri çözer ve yeni bir kimlik geliştirir. Belli bir etnik köken eksenli uluslaşma ise yeni bir kimlik geliştirmek zorunda değildir. Yapacakları insanların kendilerini ait hissettikleri kimliği korumak-kurumlaştırmaktır. Günümüze en uygun olan da budur. Çünkü bir etnik grubun varlığını devam ettirmek için kimi hak ve özgürlüklere sahip olması gerektiği hem demokrasi ve insan hakları bilincine uygundur, hem de uluslararası yasalarla güvence altına alınmıştır. Ve “bir halkın kendi kaderini tayin etme” talebi gündeme geldiğinde, birbirlerinin toprak bütünlüğünü tanımış ve garanti etmiş devletlerin bile belli şartlar altında destekleyebildiği bir çerçevedir.  Bu yol, mutlak surette “kapitalist pazar”dan kopmak anlamına gelmediği için ve asimetrik güçlerin varlığı durumunda “devlet olmadan uluslaşma” yolunda yürümek isteyen halkların önüne yeni bir fırsat olarak çıkmaktadır. Etnik kimliği koruma ve geliştirme, bunun kurumlarını yaratma esasına dayanır. Barışçıl ve demokratiktir. İçerisinde yaşanılan ülkeyi de demokratikleşmeye zorlar. Bağımsızlığı dışlamaz, ama mutlaklaştırmaz ve bir öncelik veya “olmazsa olmaz” olarak önüne koymaz. Kendi özelimize dönersek... Kuzey Kafkasya cografyası üzerinde çok eski tarihlerden beri onlarca kabile, etnik insan topluluğu yaşamıştır. Kabileler kan bağı ile ortaya çıkmamış, yüzyıllar boyunca ekonomik ilişkiler, savaşlar ve göçler sonucu birlikte yaşamak zorunda kalan insan topluluklarının içiçe geçmesi ile şekillenmiştir. Adıge kabilelerinin veya Abhaz, Çecen... hangi tarihsel süreçler içerisinde ve hangi etnik toplulukların iç içe geçmesi ve kaynaşması sonucu ortaya çıktığını yüzde yüz bir kesinlikle bilemiyoruz. Bugün bir anlamı olmayan bu kimlikler tarih olmuştur ve artık kendisini mesela Meot veya Hatti diye tanımlayacak, kendini bu kimliklere ait hissedecek bir insan bulamazsınız. Çünkü bunlar artık yaşayan değil; tarihe karışmış “kökenler” veya kimliklerdir. Ama aynı şeyi Adıge, Abhaz veya Cecen... kimlikleri için söyleyemezsiniz. Hatta bu kimlikler siyasallaşmış, bu halklardan bazıları uluslaşma yoluna girmişlerdir. Tarihte Kuzey Kafkasya halkları olarak birbirimizle ne kadar çok sosyal ve kültürel alışveriş yapmış ve ne kadar çok şeyi paylaşmış olursak olalım bir kimlikte erimemiş veya ortak bir siyasi, askeri, merkezi örgütlenme altında birleşememişiz. Elbette buna çok yaklaştığımız veya bunun mümkün olduğu dönemler olmuş, ama bir süreklilik saglayamamış, tarihsel bir sürece dönüştürememişiz. Bugün ortada bir gerçeklik var: Sınırları suni bir şekilde veya politik tercihlerle çizilmis olsa da Kuzey Kafkasya’da 6 Cumhuriyet ve Abhazya ile Güney Osetya devletleri var. Bunların ortak bir kimliği yok. Herkes kendisini “kendi” kimliği ile tanımlıyor.  Ve kimliklerinin “siyasal örgütlenmeleri”; yani Cumhuriyetleri veya Devletleri var. Bu sartlarda varlıklarımızı devam ettirebilmek için ne yapmamız gerekiyor? Vizyonumuz ne olmalıdır? Biz diasporanın anavatandaki siyasi haritaya uygun şekillenmesini, her Kuzey Kafkasya halkının anavatanı ile paralel örgütlemesini, kendi sorunlarına ağırlık vermesi gerektiğini savunuyoruz. Bu ne bölücülüktür, ne ayrımcılık, ne de kabilecilik. Tam tersine bugünkü siyasi yapıların geliştirilmemesi, hızla ve güçlü ulusal kurumlar olarak örgütlenmemesi durumunda halkımız ya maceralara sürüklenecek ya da kabile olarak yaşamaya mahkum olacak vesonunda da yokolacaktır. Elbetteki Kuzey Kafkasya Halkları kardeştir ve elbetteki cumhuriyetlerimiz arasında işbirliği, yardımlaşma vedayanışma olacaktır, olmaktadır da. Cumhuriyetlerimizin olması nasıl ki anavatanda bunun önünde bir engel teşkil etmiyorsa, diasporada da etmeyecektir. Ve “tek çatı altında” birlik veya birleşme bugünün değil, geleceğin gündemidir. Cumhuriyetlerimizin birleşmesi bile kısa vadede mümkün değilken Kuzey Kafkasya coğrafyasında birlikte uluslaşabileceğimizi iddaa edenler hayal kuruyor, ne zaman gerçekleşebileceği belli olmayan bir ütopyayla halkımızı oyalıyor, bizleri somut olarak yapılması mümkün olan görevlerimizden alıkoyuyorlar. Çerkesya Yurtseverleri ister sosyal-kültürel faaliyetler ekseninde, isterse de “birleşik” vb sloganlarla Çerkes (Adıge) halkının dikkatini ve enerjisini başka yönlere çekecek bütün yaklaşımları reddediyorlar. Önceliğimiz herhangi birşeyi birleştirmek veya bağımsızlık değil, varlığımızı devam ettirmemizin biricik garantisi olacak uluslaşmaktır. Barışçıl, demokratik ve insanlığın bilincinin erişmiş olduğu düzeyin önümüze çıkardığı fırsatı değerlendirerek. Bunun yolu kendi kimliğimizi örgütlemekten ve “ulusal” çıkarlarımız ekseninde kurumlaştırmaktan geçiyor.   30 Haziran 2010
Bakış Açımız
Diğer Haberler
  • facebook sharing buttonFacebook
  • twitter sharing buttonTwitter
  • pinterest sharing buttonPinterest
  • linkedin sharing buttonLinkedin
  • tumblr sharing buttonTumblr
  • vk sharing buttonvk
  • odnoklassniki sharing buttonOdnoklassniki
  • reddit sharing buttonReddit
  • whatsapp sharing buttonWhatsapp
  • googlebookmarks sharing buttonGoogle Bookmarks