Bu Kent, O 'Şehr-i İstanbul' - Taner Aday

#7241 Ekleme Tarihi 25/07/2021 11:47:01

Bu kent neler görmedi ki? Her bir yanı görkemli yapılar, köprüler, yollar... 

Bu kent neler çekmedi ki kendisini sevenlerden. Dili olsa “Beni bu kadar sevmeyin!” diye bağıracak.

Bu kent, mavi ile yeşilin en güzel iç içeliğini sergilerdi bir zamanlar. Elinde kalan bir avuç yeşili yok etmek isteyene karşı, onu en içten sevenler direndi yakın tarihte. İlle de gençler.

Gençler ki isimleri ile ölümsüzleştiler. Sevgi, özgürlük aşkı, kardeşlik, gelecek güzel günlere olan inancımız, onların adları ile özdeşleşti. Biz, artık onların açtığı yolun sonunda, büyük ozanın dediği gibi olacağına inanıyoruz, biliyoruz:

“........

Ve insanlar ellerini

korkmadan

düşünmeden

birbirlerinin ellerine bırakarak

yıldızlara bakarak:

-“Yaşamak ne güzel şey!”

diyecekler.

Bir insan gözü gibi derin,

bir salkım üzüm gibi serin,

bir ferah,

bir rahat,

bir işitilmemiş türkü söyleyecekler...

Hiçbir ağaç

böyle harikulade bir yemiş vermemiş

olacaktır.

Ve en vadedici bir yaz gecesi bile

böyle sesler,

böyle inanılmaz renklerle,

sabaha ermemiş olacaktır.” (N.Hikmet)

Bu kent nelere katlanmadı ki? Diktatörlerler gördü, gülüp geçti. Direndi.

Her iktidara gelene bu kentin tarihi okutulmalı, anlatılmalı. İlla da seviyesiz diktatörlerinkini. Sıradanlığın, bu kente ne zararlar verdiğini göstermeli. Böyle güzel bir kent, sıradan, seviyesizlik simgesi insanlara teslim edilmemeli.

Neron‘u son ana kadar destekleyen, öğütler veren, düzeltmeye çalışan Seneca, Neron’un, kendisine hangi nedenlerle ona itaat etmekten vazgeçtiğini sorması üzerine:”Annen ile eşini öldürdükten, hem yönetmen, hem aktör; hem de kundakçı ve kışkırtıcı olduğun dan beri” diye cevap verir. O sırada ortalıkta, Neron'un daha büyük daha görkemli bir saray yaptırmak için, yer açmak maksadı ile Roma’da yangın çıkardığı söylentisi dolanmakta idi. Seneca, yangın öncesi bir yazısında, “dayanılmaz hale gelen bir Tiran’ın öldürülmesi gerektiği bir gün gelebilir” diye ifadeler de kullanmıştı.(Nero, Despot-Tiran-Sanatçı,Michael Grant. Sy.176) Kısaca, herşeyi kendisi ile başlatıp, kendisi ile bitiren bir diktatörün sonu, hiç bir zaman hayırlı olmamıştır.

Bu kent neler görmedi ki?

İktidara geldiği ilk günden itibaren, saray, kilise vb. yaptırmaya başlayan III Romanos, bu uğraşısını o kadar ilerletmişti ki, bir gün, güzellik ile görkemlilik bakımından Ayasofya ile yarış edecek bir başka kilise kurmaya karar verdi. Masraflar o kadar büyümüştü ki Kostantinopol neredeyse iflas edecekti! (Alain Ducellior,Bizans.Sy.333) Sonunda zehirlenerek öldürüldü. III Romanos’un, karısı Zoe tarafından zehirlendiği söyleniyor.

III Romanos, orta halli, hatta sıradan bir asil aileden geliyordu. VIII Konstantin hasta yatağında iken, onu kızı ile adeta zorla evlendirdi. 3 gün sonra da öldü! 1028-1034 yılları arasında Kayzer idi. Bu yıllar arasında, bu gün Fatih ilçesinde bulunan Peripleptos Kilisesi’ni yaptırdı. Türkçe, Sulu Manastırı diye bilinen kilise, Fatih’in İstanbul’u almasından sonra, Ermeni Cemaati’ne verildi.

O zamanlar İstanbul şimdiki gibi değildi. O zamanki İstanbul‘da Ayasofya gibi görkemli bina yapacak yer yoktu. Anadolu yakası İstanbul değildi. Kadıköy, "Kalkedon" diye anılan ayrı bir kent idi.

Sultan I Ahmet, iktidarı süresince, yolsuzluk, ahlaki yozlaşma, orduda dağınıklık, disiplinsizliğin en çok yayıldığı bir padişahtı.  Ayasofya’nın karşısına yaptırdığı caminin (Sultan Ahmet camisi) minarelerini altın kaplama yaptırmak istemişti. O kadar altın bulunamadığından vazgeçildi! Sigara ile Nargile onun döneminde yayıldı. Tifo hastalığından öldü. Çapsız, seviyesiz bir Sultan idi.

Bu durum sadece şimdiki iktidar sahibi açısından ilginç. Cami ne kadar büyük olursa, devlete, topluma yükü de o kadar olur. Çünkü cami hiç bir şey üretmez! 

Başa dönecek olursak, anılması gereken bir diğer cami de, Şam’da Vaftizci Yahya adına yapılmış olan büyük kilisenin kısmen yıkılarak, yerine inşa edilen büyük Emevi Camisidir. Hani "Reiz" gidip de namaz kılacağını ilan etmişti ya, işte orası.

Cami inşaatına ilk başlayan Ebu Ubeyde bin Cerrah’tır. Sonra 705-715 yılları arasında Velid bin Abdulmelik, yeniden yaptırdı. Velid, imar, özellikle de cami yapımına çok düşkündü.”Cami yaptırmaya karar verince, Şam’daki hırıstiyan ileri gelenlerine, Aziz Yuhanna Kilisesi’nin yerine mescid yaptırmak istediğini, buna karşılık onların diledikleri yerde başka bir kilise yapmaya hazır olduğunu, kabul ederlerse bu kilisenin değerinden kat kat daha fazla para vereceğini bildirdi. Ancak hırıstiyanlar, müslümanların daha önce kiliselerine karşı herhangi bir kötü muamelede bulunmayacaklarına dair verdikleri sözü ileri sürerek teklifi reddettiler.

Bununla beraber, Velid, onların sözlerine aldırış etmedi. Kiliseyi yıkarak, yerine Şam Camisini yaptırdı. Verdiği sözü tutmadı.” (Prof.Dr. Hasan İbrahim Hasan. İslam Tarihi, Sy. 244).

Yapılan masrafların büyümesi üzerine, halk halifeyi savurganlıkla suçlar. O da bir zorunlu açıklama yapar. Bu masrafların çeşitli yerlerden gelen bağışlardan karşılandığını söyler. Yani yalana başvurur. Sonraları II Ömer diye bilinen Ömer ibn Abdulaziz tarafından bu nedenle eleştirilmiştir. O Ömer ki sözüm ona dürüstlüğü ile ünlüdür! O bile bu utancı temizlemek yerine, bir camiyi yıkmış olmamak için, hıristiyanlara iade etmeyi göze alamamıştır. O büyük Emevi Camisi, bir utanç abidesi olarak hala durmaktadır. 

Günümüze gelince: İktidar sahibi, eski İstanbul’dan geriye kalan tek yeşil alanı da betonlaştırıp, görkemli bir yapı konduramayınca, hırsını gençlerden aldı. Acımasızca saldırttığı “güvenlik güçleri” gençleri yıldıramadı. Ölüm pahasına özgürlükleri ile bu kentin akciğeri anlamı da taşıyan o “yeşil alanı” savundular. Bedel ödediler.

Eski İstanbul’da inşaat yeri kalmadığını gören modern sultan, birden düşmüş bulunduğu, deniz seviyesinden biraz aşağıdaki yerden başını kaldırınca, Çamlıca Tepesini görüverdi! İstanbul’un Silüeti diye düşündüğü şeyi buraya kondurabilirdi!

Devletin kasasında, kartonlara konulamayan daha çok para olmalı idi. Hemen emir verdi. Çamlıca Tepesi düzeltilmeye başlandı. Tarihe geçip “ölümsüzleşmek” amacına çok yaklaşmıştı. Artık onu kimse tutamazdı. Partisinden ayrılan, ona sırt çeviren “hainler ve dönekler”, “paralel cemaat devleti”, halk muhalefeti vb. ona vız gelirdi. Partisinin son büyük kongresinde dememişmiydi, “yakasız gömleği giydik” diye? Tamam işte, öldüğünde tüm İstanbul’u tepeden izlemeye devam edecek yeri de buldu.

Ondan daha yukarıda kim var diye sormayın! İnançlardan bir sapma filan gibi şeylerden söz etmeyin! İslamdaki en büyük günahlardan olan „İfrat“ sözcüğünü asla onun yanında anmayın! Sultan en yukarda yer buldu. Kendi seviyesini en iyi oradan görebilir. Bırakın o en tepeden, en aşağıdaki seviyesine bakadursun. Ha, bu arada göklerdeki Tanrı'ya yaklaşma istencinin ürünü olan Babil kulesi de yıkılmıştı demenin bir yararı olur mu bilmem. 

Oysa, asıl Abide'nin işte bu sıradanlık ile hoyratlığın katlettiği çocukların anıları olduğunu bir bilse, anlayabilse...

Bu kente karşı, bu kenti savunan gençlere karşı işlenen cinayetlerin, o dostluk, kardeşlik, sevgi abidesini olsa olsa daha da yüceltmekte olduğunu bir görse, anlasa...

Evet, bir diktatör ne kadar sıradan, ne kadar ilkel olursa, camisi de o kadar yukarıda hem de büyük olur!

  • facebook sharing buttonFacebook
  • twitter sharing buttonTwitter
  • pinterest sharing buttonPinterest
  • linkedin sharing buttonLinkedin
  • tumblr sharing buttonTumblr
  • vk sharing buttonvk
  • odnoklassniki sharing buttonOdnoklassniki
  • reddit sharing buttonReddit
  • whatsapp sharing buttonWhatsapp
  • googlebookmarks sharing buttonGoogle Bookmarks