
Litvanya Parlamentosu’nun (Seimas), 17 Aralık’ta “Tarih ve Çağdaş Siyaset Bağlamında Çerkes Soykırımı” başlıklı uluslararası bir konferansa ev sahipliği yapacak olması, Çerkes meselesi açısından kritik bir dönüm noktasına işaret ediyor. Eğer Litvanya Parlamentosu bu sürecin sonunda resmî bir tanıma kararı alırsa, bu adım NATO ve AB üyesi bir ülkenin Çerkes Soykırımı’nı tanıdığı ilk örnek olacak ve sembolik olduğu kadar politik bir milat anlamı da taşıyacaktır.
Gürcistan ve Ukrayna’nın tanıma kararlarından sonra yaşananlar hatırlandığında, böylesi bir adımın Çerkes toplumunu —hem diasporada hem de anavatanda— yeniden üç ana çizgi etrafında ayrıştırması kimse için sürpriz olmayacaktır. Birinci grup, bu tür tanımaları Moskova’ya karşı tarihsel bir hesaplaşma ve açık bir anti-Rusya duruşunun meşru ifadesi olarak görmektedir. İkinci grup ise daha temkinlidir; Rusya Federasyonu’na (RF) ideolojik bir düşmanlık beslemeden, Çerkes halkının hak mücadelesinin demokratik, hukuki ve barışçıl yollarla sürdürülmesi gerektiğine inanır. Bu kesim için bu tür eylemler, anti-Rus bir hamle değil; tarihsel adaletin evrensel düzlemde dile getirilmesinin araçlarından biri olmalıdır. Üçüncü grup ise bu girişimleri, Çerkeslerle RF arasındaki ilişkileri bilinçli olarak koparmaya yönelik dış müdahaleler olarak yorumlar ve çoğu zaman bu eleştirinin ötesine geçen bir perspektif geliştirmez.
Ancak tüm bu tartışmalar, bir soruyu gölgeliyor: RF ile Çerkeslerin arasını gerçekten üçüncü ülkeler mi bozuyor? Gerçek, tam tersini söylüyor. Sorunun kökeni, Tiflis'in, Kiev'in veya Vilnius'un "dış müdahalesi" değil; Moskova'nın Çerkes sorununa karşı ısrarlı "üç maymunu oynama" politikasıdır.
Ne 1864'ün acıları samimiyetle tartışılıyor, ne de diasporanın en temel taleplerine anlamlı bir yanıt veriliyor. RF, Çerkeslerin en meşru demokratik hak taleplerini –dönüş hakkının tanınması, kolaylaştırılmış vatandaşlık, dilin, kültürün ve kimliğin gerçek anlamda desteklenmesini– sistematik biçimde görmezden geliyor. Üstelik pratik, söylemle taban tabana zıt: Oturum ve vatandaşlık almak giderek zorlaştırılıyor, kimi zaman "devlet sırrı" gibi şeffaf olmayan gerekçelerle, dönüşçülerin kazanılmış haklar bile geri alınabiliyor.
Bu baskıcı ve asimilasyoncu yaklaşım yalnızca Çerkeslere özgü değil. RF'de yaşayan diğer yerli halklar da benzer bir süreçle karşı karşıya. Anayasal olarak Rusça ile eşit statüde olan bölgesel diller, uygulamada değersizleştirildi. Zorunlu anadili eğitimi seçmeli hale getirildi, ders saatleri azaltıldı. Kağıt üzerinde eşitlik, sahada yok oluş.
Moskova zaman zaman bazı sembolik adımlar da atmaktadır. Bu yıl 4 Kasım’da, Rusya Ulusal Birlik Günü’nde, ‘Rusya Federasyonu’nun Yerli Azınlık Halkları Günü’ ile ‘Rusya Federasyonu Halklarının Dilleri Günü’ne ilişkin bir kararname imzalanması bu çerçevede not edilmelidir. Ancak bu tür adımların kalıcı ve anlamlı sonuçlar üretebilmesi, somut politikalara, yeterli kaynak aktarımına ve sürdürülebilir bir koruma yaklaşımına dönüşmesine bağlıdır.
Bu noktada “RF ile aramızı bozuyorlar” eleştirisi, farkında olmadan mağduru suçlama riski taşır. Çerkeslerle Moskova’nın arasını bozan, dışarıdaki ülkeler değil; Moskova’nın —ve yerel cumhuriyet yöneticilerimizin— kendi politikalarıdır. Çerkeslerin hem RF içinde demokratik hak taleplerini yükseltmesi hem de uluslararası alanda tanınma mücadelesini sürdürmesi, birbirine rakip değil; birbirini tamamlayan iki meşru stratejidir. Birincisi içeride yurttaş olarak hak arar; ikincisi ise içerideki kapılar kapalıyken dünyaya “Burada bir haksızlık var” diye seslenir.
Tüm bunlar olurken dünya da hızla değişmekte. Uluslararası sistem çözülmekte, yeni bir dünya düzeni şekillenmektedir. Bu geçiş süreci, yalnızca büyük güçler için değil; tarihsel adaletsizlik yaşamış halklar için de yeni imkanlar ve yeni riskler barındırmaktadır. İnsan hakları, kolektif hafıza ve tarihsel yüzleşme talepleri daha fazla uluslararası platformda dile getirilebilmektedir. Ancak aynı süreç, bu haklı taleplerin büyük güç rekabetlerinin bir parçası haline getirilmesi riskini de beraberinde taşımaktadır.
Burada kritik olan denge, uluslararası çalışmaların "anti-Rusya" değil, saf bir "Tarihsel Adalet ve İnsan Hakları" arayışı çerçevesinde yürütülmesidir. Çerkes davası, herhangi bir bölgesel gücün jeopolitik "kullanışlı maşası" olmamalıdır. İngilizlerin dediği gibi, "Ebedi dostlar veya ebedi düşmanlar yoktur, ebedi çıkarlar vardır." Çerkeslerin ebedi çıkarı, barış, adalet, hukuk üstünlüğü ve insan onurunun korunduğu bir dünyada, kimliklerini özgürce yaşayabilmektir. Bu nedenle, Çerkesler dünyanın neresinde olursa olsun barışı, adaleti ve hukuku savunmalıdır.
Ancak göz ardı edilmemesi gereken bir gerçek de şudur ki, bugün uluslararası alanda Çerkes sorununa sahip çıkan ülkeler, genellikle RF ile gerilimli ilişkileri olanlardır. Bu durum, Çerkes meselesinin evrensel insan hakları kapsamından çıkıp jeopolitik bir enstrümana dönüşmemesi için daha fazla dikkat ve dirayet gerektirir.
Sonuç olarak, Çerkes meselesinin nihai çözümü elbette vatanında, RF ile kurulacak samimi, eşit ve saygılı bir diyalogla mümkündür. Ancak diyalog için iki taraf gerekir. Moskova, "üç maymunu" oynamayı bırakıp, Çerkeslerin tarihsel acılarını tanıyana, dönüş hakkını kolaylaştırana, dilini, kültürünü ve kimliğini içtenlikle destekleyene kadar, Litvanya'daki ve benzeri her platformdaki ses, aslında ona yöneltilmiş bir davetiyedir: Tarihle yüzleş, adaleti tesis et.
Hakhu Nart
15.12.2025




