"ÇERKES(ADIGE) SOYKIRIM VE SÜRGÜNÜ" YALNIZ GÜRCİSTAN'DA DEĞİL, UZAYDA BİLE TARTIŞILMALIDIR!

#32 Ekleme Tarihi 02/10/2015 12:30:37
29 Mart 2010 Pazartesi Saat 09:25   Diaspora ve Anavatanda olaylar artık o kadar hızlı gelişiyor ki, kimilerimiz bunları takip etmekte bile zorlanıyorlar. Daha zor olanını başarabilen; yani gelişmeleri izleyip doğru bir şekilde yorumlayabilen, sonuçlar çıkarabilen ve bu sonuçlar ışığında politikalarını yenileyebilen „kurum“ ve aydın sayımız hala çok az. Ama kurumlarımızın ideolojik hegemonyasından kendini kurtarabilen, bağımsız düşünebilen insanlarımızın sayısı da her geçen gün artıyor. Ve değişimi zorlayan bu „dipten gelen dalga“ statükocuları korkuturken; bizlere umut veriyor! Bazı önyargıları kırmanın kolay olmayacağını ve zaman alacağını biliyoruz. Kendimizi buna göre hazırladık. Ama sonunda halkımızın doğruların etrafında toplanıp birleşeceğinden de kuşku duymuyoruz. Son tartışmaları izliyorsunuzdur. Nerede ne oldu veya kim ne söyledi gibi ayrıntıları anlatmaya gerek yok, ilgilenenler izlemişlerdir. Son süreci bizimle ilgili olan boyutuyla kısaca özetlemek gerekirse: Gürcüler Abhazya’nın ve Osetya’nın bağımsızlıklarını kazanmış olmalarını hala hazmedemiyor, yeniden işgal etme hayalleri kuruyor ve RF’nu köşeye sıkıştırmak için „Kafkasya“ ve „Çerkes (Adige) kartını“ oynamak istiyorlar. Bu oyunda kendilerini destekleyen ABD’nin planı ise daha büyük. Onlar RF’nu „kontrollü destabilize etme“ye ve mümkünse parçalamaya oynuyorlar. Kuzey Kafkasya da koparmak istedikleri parçalardan biri. Bunları  görebilmek için kahin olmak veya „herşeyi bilmek“ gerekmiyor. Bir kısım ABD’li ve Gürcü bu planı daha da olgunlaştırmak için geçen ay düğmeye bastı. Gürcistan’da bir konferans toplandı ve toplantıyı düzenleyenler „nazlarını geçirebildikleri“ni bu toplantıya davet ettiler. Katılmayanlar, daveti reddedenler olduğu gibi, katılanlar da vardı. Çerkesler (Adigeler) de davet edilmişlerdi konferansa. Gidenler oldu. „Çerkes sorunu“, tam bizim istediğimiz çerçevede olmasa da tartışıldı ve toplantının sonunda Gürcü Parlementosuna „Çerkes Soykırımı“nı tanıması için bir öneri yapılması kararlaştırıldı. Bundan sonra ne olacağını yüzde yüz bir kesinlikle bilebilmek mümkün değil. Ama bugünkü güçler dengesi bozulmadıkça ne ABD’nin ne de Gürcistan’ın niyetlerinden vazgeçmeyeceklerini ve „Kafkas“ veya „Çerkes“ kartını kendi çıkarları için kullanmak isteyeceklerini biliyoruz. Eğer RF’den istedikleri tavizleri koparabilirlerse ABD’nin de Gürcistan’ın da ne Kafkafya, ne de Çerkesler için kendilerini riske atmayacaklarını; bugün güven vermeye çalıştıkları insanları yarı yolda bırakabileceklerini de… Bunları bilmek için de „politolog“ olmak gerekmiyor! İçerisinde yaşadığımız dünyanın gerçekliği budur. Özel mülkiyet oldukça rekabet, rekabet oldukça da çatışma ve savaş tehlikesi olacaktır. Dünyanın bütün ülkeleri bu rekabet ve çatışma ortamının bir parçasıdır. Herkes gücü oranında masada yerini alır ve gücünün yettiğine müdahale eder. Kim ne kadar güçlüyse, eli de o kadar uzundur. İnsanlık zorlu süreçlerden geçerek bugünlere geldi. Kölecilik, sömürgecilik; yerel, bölgesel ve dünya savaşları yaşadı. Bugün dünyada „günahsız“ bir devlet yoktur. ABD’den Almanya’ya, Fransa’dan Japonya’ya; RF’den Türkiye’ye, Çin’e kadar aklınıza gelebilecek her ülkenin geçmişinde „lekeler“, ellerinde kan vardır. Ama buna rağmen bir dünya düzeni, ittifaklar, ekonomik-siyasi ilişkiler veya „dostluklar“ da vardır ve bunlar, dengelerin veya güçlerin değişmesine paralel değişeceklerse de, gelecekte de olmaya devam edecekler. Dünyada „ananızdan emdiğiniz süt kadar beyaz ve lekesiz“ bir ülke veya devlet aramayın, bulamazsınız. İnsanlığın ve toplumların gelişiminin kaçınılmaz sonuçlarıydı yaşananlar. Devletler bunu bilirler ve hemen her devletin geçmişinde bugünkü bilincimizle „suç“ kabul edeceğimiz olaylar yaşandığı için aralarında „kimse kimsenin geçmişini karıştırmasın“ şeklinde formule ettikleri, ama  aslında „kurulu dengeleri korumayı esas alan“ bir konsensüs vardır. Sonsuza dek yaşayamayacak, „eşitsiz gelişim yasası“ nedeniyle bir süre sonra bozulacak ve yerine yeni güçler dengesinin gerektirdiği, hatta dayattığı yenisinin kurulacağı bir „konsensüs“. 
  1. Yüzyıla „eskinin yerine yeninin kurulmaya çalışıldığı“ yüzyıl demek yanlış olmaz herhalde. Yani bir „geçiş yüzyılı“. Ve her geçiş dönemi gibi sancılı. Yeninin kendini ve değişimi zorladığı; eskinin de statüyü korumaya çalıştığı yüzyıl.
Kim haklı kim haksız diye tartışmak gereksiz. Eski olan eksikleri ve yanlışları içerisinde barındırıyor olabileceği gibi, yeni olan da mükemmel olmayabilir. Önemli olan içerisinde yaşadığımız süreci doğru okuyabilmek ve bizim çıkarımıza olandan yana saf tutabilmektir. Genel gidişatın yanlış olması bizim için de herşeyin olumsuz ve yanlış olacağı anlamına gelmez. Bu „ayrıntıları“ görebilmek önemlidir, ama ne yazık ki çoğu „aydınımız“ bunu yapamıyor. Çıkarlarımızı genel politik eğilimleri ile yorumlamaya veya bu politik eğilimlerin içerisinde biryerlere oturtmaya çalışıyorlar. Sosyalizme eğilimli olanımız, sosyalizmde bir çözüm arıyor. Sosyalist öğretiye ters olanı baştan reddediyor. Tutucu, sosyal demokrat veya „dindar” olanlarımız da. Halbuki bu politik açılımlar bizim şu veya bu sorumuza çözüm getirebilecekleri gibi, bugünkü ihtiyaçlarımıza yanıt veremeyebilir, kafalarımızı bulandırabilirler. Mesela sosyalizmin “işçi sınıfı”, “emekçiler” eksenli bir söylemi, ”bütün işçiler birleşin” ve “din afyondur” gibi sloganları veya “sosyalizmin ölü ulusları diriltmek gibi bir misyonu yoktur” açılımı Çerkes halkının günümüzdeki sorunlarını çözmeye yarar mı? Ama aynı şekilde kör bir sosyalizm düşmanlığı yapmak, dünyanın birçok ülkesinde ulusal kurtuluş mücadelelerine önderlik eden veya destek veren; insan ve toplum haklarına saygılı bir düzen, özgürlük; eşitlik; baskı ve sömürüsüz bir yaşam vaadeden politik söylemini baştan reddetmek de doğru olur mu? Teorik sohpetlerde çoğumuz aslında bunları görür, kabul ederiz; ama pratik sorunlara çözüm ararken veya yaşanan bir olayı  yorumlarken ruhumuzun ve beynimizin derinliklerine nüfuz etmiş, bizim dünyaya açılan gözümüz kulağımız olmuş bu ideolojik yaklaşımlardan kendimizi kurtaramayız. Ve destek verir veya karşı çıkarken bilinçli veya bilinçsiz bu ideolojik söylemlerin esiri oluruz. Bunu aşmanın, ulusallaşmanın ve yurtseverleşmenin yolu sorunlarımızı doğru bir şekilde tanımlamaktan, gelişimin yönünü görebilmekten ve bir vizyon sahibi olabilmekten geçmektedir. Bugünü, toplumumuzu gelişiminin bilmem hangi aşamasında gerekli olabilecek, bize daha güzel bir yaşam sunabilecek ideallere kurban etmemekten. Politika yapmak, halkının politikacısı olmak da budur. İtalyan gazeteci Oriana Fallaci Çin’i gezip görünce hem çok şaşırmış hem de 1 milyar insanın „tek vücut olup“ işgalcileri kovabilmesinin, yeni bir toplum yaratma işine dört elle sarılabilmesinin sırrını keşfetmişti. „Çinliler bizim Avrupalılar gibi değiller, çok daha basit düşünüyorlar. Sosyalizm için iyi olan doğrudur, kötü olan da yanlıştır“ diyorlar „ve bu yöntemi her soruna çözüm bulmada kullanıyorlar“ diye anlatır. Bu bakış açısı yalnızca Çin’in değil; başarılı olmuş bütün toplumsal mücadelelerin sırrıdır. Ve biz hala böyle düşünmekten çok uzağız. Vural arkadaşımız bir yazısında „hiç olmazsa gelecek kuşaklara üzerinde yürüyebilecekleri, kalın çizgileri olan bir yol miras bırakabilmeliyiz“ demişti. Doğru! Çıktığımız bu uzun bir yolculukta, hedefe ulaşabilmemiz için Sinn Fein gibi ( anlamı, „ourselves alone“; yani „yalnız biz“ demektir ) „Biz“ ve „Bizim“ demeyi öğrenebilmeliyiz. Ve bizden sonraki kuşaklara bırakabileceğimiz en büyük mirasın da bu olacağına inanıyorum. „Bizi“ doğru tanımlamalı ve „Biz“ veya „Bizim“ demeyi öğrenebilmeliyiz. „Evet bizim için iyi olur, ama ya komşularımıza veya şunlara bunlara ne olacak?“ diye düşünmekten, „bizi herkesin içinde eritmekten“ kendimizi kurtarmalıyız. Onlar zaten kendilerini düşünüyor ve kendilerini düşündükleri için de sorunlarını çözüyorlar veya çözmüşler. Kimi sorunlara „birlikte“çözüm bulmak mümkün değildir. Çıkarlar her zaman örtüşmeyebilir. Bugün geçerli ve doğru olan bir ortaklık yarın gereksiz ve hatta zararlı olabilir. Mesela „Türkleşme“yi dayatan bir devlet ile ulusal kimliğini yaşatmak isteyen bir Çerkes’in çıkarları örtüşmez. Üniter bir RF isteyen Rus milliyetçileri ile Federal bir RF veya ulusal örgütlenmelerini ve kimliklerini yaşatmak isteyen halkların çıkarları da. Böyle çıkarların örtüşmediği durumlarda egemen veya güçlü  olanlar bir yandan kendi pozisyonlarını  ve çıkarlarını zorla dayatırlarken, diğer yandan da başkalarının kendi pozisyonlarına angaje olmalarını ister, bunun için „teoriler“ ve „kavramlar“ üretirler. Yani hem kendi çıkarlarını dayatır, hem de kendi çıkarlarının bizim de çıkarlarımızmış gibi görülmesini isterler. Ulusal sorunların çözülmediği, demokratik olmayan ülkelerin hemen hepsinde benzeri durumları görürsünüz.  Ya başkalarının varlıkları baştan reddedilmiş ya da „alt kimlik-üst kimlik“ safsatasıyla asimilasyon sürece yayılmıştır. Üzerinde yaşanılan topraklar, birlikte verilen mücadeleler, kültürel benzerlikler veya alışveriş vs. abartılarak „ortak olan“ öne çıkarılmış; „ortak olan“ın çerçevesi de egemen olanın çıkarlarına göre çizildiği için azınlık ve güçsüz olanlar veya iktidar olamayanlar aslında „yok sayılmış“lardır. Bu sorun yalnızca birbirleriyle „uzlaşmaz“ çelişkileri olan, birbirine düşman devletler, uluslar, sınıflar veya toplumsal gruplar arasında yaşanmaz. Farklı biçimlerde de olsa, „dost“ veya „müttefik“ güçler veya gruplar arasında da benzer sorunlar yaşanır. Özellikle bir aşamadan diğerine „geçiş dönemleri“nde. Daha İkinci Paylaşım savaşı sürerken SSCB ve „Batı“ arasındaki ittifakın bozulması bunun en uç örneklerindendir. Veya Türkiye Cumhuriyeti kurulurken aynı cephede savaşan halkların, kendi taleplerine ve sorunlarına sahip çıkmamaları, kendi politikalarını yapmamaları sonucu çıkarlarının farkında olamamaları ve gittikçe kimlik erezyonuna uğramaları. Birilerinin „ya hepimiz şu değilmiyiz, ayrıya gayrıya ne gerek var“  tarzında söylemleri hep örgütlü  olanın, ne istediğini bilenin lehine işleyen bir dişli gibidir ve başkalarını, örgütsüz olanları  öğütmeye yarar. Bunları engelleyebilmek herkesin kendisi olabilmesi, kendi örgütlülüğünü yaratabilmesi ve kendi politikasını yapabilmesi ile mümkündür. Herkesin çıkarlarını gözetebilecek bir ortaklık veya ittifak da zaten ortak çıkarlar ekseninde örgütlü bir „dostluk“ demektir. Ne yapacaksanız bu gerçekliği bilerek yapacaksınız! Oradan buradan örneklerle konuyu dağıtmak daha fazla dağıtmak istemiyorum. Ama Çin’e bakın bir. Taiwan sorunu var. Çin, Taiwan’ın bağımsız bir ülke olduğunu kabul etmiyor, Hong Kong’la olduğu gibi birgün Taiwan’la da birleşeceğini düşünüyor; ama Taiwan’ın bağımsızlığını tanıyan ülkelerle bile ekonomik ve siyasi ilişkilerini devam ettiriyor. Veya Sırbistan. Daha dün tepesine bombalar yağdıran, 5 parçaya bölen ve hatta „kalbi“ olarak gördüğü Kosava’yı bilekopartan Avrupa ile her düzeyde ilişkilerine devam ediyor; AB’ne girmeye çalışıyor. Almanya Fransa ile üç kez savaştı, hala sınır meseleleri çözülmüş değildir; ama bakın neredeyse „tek yumurta ikizleri“ gibi oldular. Bu, bütün dünyada böyledir! „Çerkesler, Gürcüstan’daki Konferansa katılmalı mıydı? Yok katılmamalı idiyse, neden katılmamalıydı? Yararları ve zararları nelerdir?“ gibi soruları öyle hep yapıldığı gibi bir duygu selinde boğmaya çalışmak yerine soğukkanlı ve mantıklı bir şekilde cevaplandırmak gerekir. Bazı arkadaşlar ve kurumlar „Aman ABD veya Gürcüstan’ın oyuna gelmeyin“, „Adige Abhaz kardeşliği dinamitleniyor“ söylemleriyle Abhaz Dernekleri Federasyonunun kurulduğu günlerde yaptıklarının aynısını yapıyorlar. Ve durumu daha trajik hale getirmek için yalan yanlış şeyler anlatmayı, uçuk iddaalarda bulunmayı da ihmal etmiyorlar. Israrla Gürcüstan’da ABD destekli bir „Gürcü-Çerkes İttifakı“ kuruluyor gibi göstermeye çalışıyorlar, ama gerçek bu değil. Gürcüstan’da Çerkes Soykırımı ilk kez bugün dile gelmiyor. Dün de tartışılıyordu! Bugün olan ise, Gürcistan’ın „Çerkes Soykırımı’nın dünyaya duyurulmasına ev sahipliği yapabileceğini ilan etmesi“nden başka birşey değildir. RF ile kanlı bıçaklı olmasaydı ve ABD ( aslında yalnızca ABD değil ve yakında başka ülkelerin de adını duyarsanız şaşırmayın?) kendisini desteklemeseydi bu adımı atar mıydı? Sanmıyorum. Ama bu, o kadar da önemli değil. Bir ülkenin, başka bir ülkenin çıkarlarını zedeleyebilecek bir adım atması için kendine göre bir nedeninin olması ve eğer güçler dengesi aleyhineyse arkasında kendisini destekleyen birilerinin olması doğal değil mi? Abhazya, RF ile kimi ilişkiler geliştirememiş olsaydı bugün ulaştığı sonuca ulaşabilir miydi? Veya Güney Osetya? O meşhur „atlar tepişir, otlar ezilir“ sözü her zaman doğru değildir. Elbette herşey tereyağından kıl çeker gibi olmuyor; ama atların tepişmesi bazan başkaları için bir fırsat anlamına gelebiliyor. Mesela Abhazya veya Güney Osetya için atların tepişmesi böyle bir fırsat olmuştur. Gürcüstan bizim için hayati olabilecek bir konuda ev sahipliği yapabileceğini söylemiş, kendince bir program yapmış ve bu çerçevede Çerkeslere bir platform sunmuştur. Kimileri bu çağrıya olumsuz yanıt verirken, kimileri sessiz kalmış; küçük bir grup ise konferansa katılarak burada düşüncelerini dile getirmişlerdir. Katılanların aralarında organik bir bağ olduğunu sanmıyorum ve diger Kuzey Kafkasyalıların ne istediği üzerinde konuşmayı da gerekli görmüyorum; ama Konferansa katılan Çerkeslerin (Adigelerin) ortak paydaları „Soykırım ve sürgün“ü uluslararası platformlarda dile getirerek RF’nin, Çarlık Rusyası’nın Çerkes (Adige) halkına yaptığı haksızlığı kabul etmesini ve halihazırdaki sorunları çözmek için adım atmasını sağlamak“ olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak, „Çerkes Soykırımı“nın Mayıs ayında Gürcüstan Parlementosuna sunulması kararlaştırılmıştır. Tanınır veya tanınmaz, bunu bilmiyoruz; ama Çerkes Soykırımı artık RF sınırları dışında da tartışılacaktır ve Konferans, bunun başlangıcı olmuştur. Konferansa bunun ötesinde bir anlam veya misyon yüklemeye, hele hele Abhazlara karşı bir girişim, bir „Gürcü-Çerkes“ ittifakı gibi göstermeye çalışmak gerçekleri çarpıtmaktır. Ortada ne bir Gürcü-Çerkes işbirliği vardır, ne de ittifakı.    Böyle birşey ileride mümkün olabilir mi? Olabilir, niye olmasın? Eğer Gürcüstan Çerkes Halkının çıkarlarına denk düşen bir politika izlerse, çıkarlarımızın örtüştüğü oranda niye işbirliği yapmayalım, niye ittifak olmayalım? Ama bugün gündeme gelen bu değil!  „Aman nasıl olur? Gürcüstan daha dün binlerce insanımızı öldürmedi mi? Hala saldırgan pozisyonunda değil mi?“ diyerek duygu sömürüsü yapmanın gereği yok. Gürcüstan Abhazlara saldırdığında, biz kardeşlerimizin yanında savaştık, Abhazya’yı savunduk. Çünkü Abhazya’nın bağımsızlığını ve güvenliğini Çerkes (Adige) halkının üzerinde pazarlık bile yapmayacağı bir çıkarı olarak görüyoruz. Kimse merak etmesin; dün olduğu gibi gelecekte de Abhazya’yı her koşulda savunacağız.  Ve işte konferansa katılan insanlarımız da sundukları belgede Gürcülerden „Abhazya ile bir saldırmazlık anlaşmasını imzalamalarını ve Abhazya’ya yönelik seyahat ambar;nun kaldırılmasını“ istemişler. Yani kimseyi satmamış, dik durmuşlar; yalakalık yapmamışlar. Her yerde olur ama Gürcistan’da olmaz diyorlar. Gürcistan faşistmiş, diktatörmüş, elinden kan damlıyormuş. Biz bunlara hayır demiyoruz elbette, ama Gürcistan diktatörlük de, ABD’nin „uşağı“ da; başka onlarca ülke değil mi? Mesela RF veya Türkiye’nin ellerinde de binlerin, hatta milyonların kanı yok mu? „Hem RF ve hem de Türkiye vatandır, sevilir, uğruna ölünür“; hatta „ilelebet RF“ diyenler bunları bilmiyorlar mı? Buna rağmen Abhazya’nın bu ülkelerle girdiği veya girmeye çalıştığı ilişkileri niye anlayışla karşılıyorlar? Yanlış  anlaşılmasın: Abhazya doğru olanı yapıyor, yamukluk ve tutarsızlık bugün bizi eleştirenlerde! „En büyük kurumumuz“un katliamları savunanları dernek dernek misafir edip, köy köy dolaştırmasını, „kılıç kalkan“ hediye etmesini; Gürcistan ve Gürcüler ile el altından ve „üstünden“ görüşmesini, Avrupa’dan gelen „parlemeterleri“ ağırlayıp bunlarla Abhazya’nın geleceği üzerine konuşmasını eleştirmeyip Çerkes Sorunu gündeme gelince Gürcistan’ın veya onun bunun elinden kan damladığını görmeye başlayanlarda? Samimiyet var mı bu tavırlarda? Başkaları  sözkonusu olduğunda Soros’tan, AB’nden; hatta Zorro’dan destek alınır; RF’nin sadık dostu Miloseviç’e karşı Bosna’da Boşnaklar ve Kosova’da sökmeyi dahi unuttukları için kollarında Amerika bayraklı üniformalarıyla „UÇK“lılar desteklenir; buralarda elde silah savaşılır ama bizim için olduğunda bütün ülkelerin kanlı geçmişleri hatırlanır. Avrupa devletlerinin ellerindeki kanlar, daha dün Ruanda’da 1 milyon insanın öldürülmesinden sorumlu olduğu belgelenmiş Fransa görülmez, bunlar kimseyi rahatsız etmez; yardım paraları alınır, kendileri değerli misafirler olarak ağırlanır, ama Çerkesler sözkonusu olduğunda hepsi birdenbire „tukaka“ olur. İşlerine geldiğinde Kuzey Kafkasya Halklarını bir millet olarak görür; kah „Kafkas“ kah „Çerkes“ şemsiyesi altında toplar ama RF’nin Çeçenistan’da binlerce insanı öldürmüş olmasına gözlerini kapayıp „ilelebet…“li sloganlar atarlar. Yani böyle bir RF’de ilelebet yaşanabilir; ama Gürcistan’da konferans bile yapılamaz. Mantığa bak! Yazı  uzuyor, ama panik halinde çıkınlarında ne varsa öyle ortalığa saçtılar ki bunları bir cümle ile toplayabilmek mümkündeğil. Mesela bir arkadaşımız „Çerkesler, Ubıhlar, Abhazlar Ruslar’a karşı mücadele ederken Ruslar'a MÜTTEFİKLİK etmiş, yani soykırıma ortaklık yapmış ülke ise Gürcistan’dır…“diye yazıyor. Yani Gürcistan, Çarlık Rusyası’nın hem de büyük harflerle müttefikiymiş.  Osmanlı  Devleti, İngiltere veya Fransa bile direk olarak suçlanmayıp  „soykırım ve sürgünde sorumlulukları vardır“ denilirken Gürcistan’ın „ortak“ ve „müttefik“ olduğunu iddaa etmek doğru olur mu? İşgal edilmiş bir ülke, işgalcisinin suçlarının „müttefiki“ olur mu? Hangi hukukta vardır bunun karşılığı? İşimize gelmiyor diye böyle saçma argümanlarla milleti kendimize güldürmeye gerek var mı? Böyle bir mantık geçerli olsaydı,  Nürnberg’de Hitler Almanya’sı ile birlikte Nazilerin işgal edip ekonomik kaynaklarını ve insanlarını kendi çıkarları için savaşa sürükledikleri Macarların, Hırvatların, Bulgarların, Romanyalıların, Yunanlıların ve hatta işbirlikçi Vichy Hükümetinin Fransa’sının bile sanık sandalyesine oturtulması gerekmez miydi? Herhalde Gürcistan ile RF artık düşman oldukları  için tarihi yeniden yazmak istiyor, ama böyle de saçmalanmaz ki! Arkadaşımız belki de „politikayı bilmiyorsunuz“ dememize bozulmuş, kendini ispat etmeye çalışıyor: „1930’larda başlayan Stalin ve Beria terörünü anlatmaya sanırım gerek yok“ diyor; Stalin ve Beria Gürcü diye o kulaktan dolma bilgileriyle ve son yıllarda moda „Stalin düşmanlığı“nı kullanarak Gürcüler neler neler yaptılar demeye getiriyor. Halbuki SSCB tarihinde Stalin kadar „milliyetçilik“ten nefret eden bir lider yoktur. Kendisi bunu „tiksiniyorum“ diye dile getirmiştir. Ve Stalin’e getirilen aklı başında eleştirilerde, Gürcü değil; „büyük Rus milliyetçiliği“ yaptığı vurgulanır. Hiçbir „tasfiye veya temizlik“ hareketinin altında milliyetçi bir motivasyon yatmamıştır. Hem dostları hem de düşmanları arasında „72 millet“ten insan vardır ve Lenin’in, vasiyetinde Stalin’in genel sekreterlik görevine uygun olmadığını ima etmesinin nedeni bu „Gürcü’nün“ binlerce menşevik ve karşı devrimci Gürcüyü kurşuna dizdirmesidir. Aslında arkadaşımızı yazdıklarından sorumlu tutmak da istemiyorum. Çünkü böyle düşünmesinin nedeni taktığı „devşirme gözlüğü“ ve sorumluları da devşirmelerdir. Türk uluslaşmasına ve Türkleşmeye hizmet eden „Çerkesler“i „büyüklerimiz“ diye lanse eden; 450 yıl önceki bir politik-askeri ittifakı „Çarlık Rusyası’na gönüllü katılım“ olarak anlatan ve bunu kutlayan mantık SSCB’ye ve „büyük Rus Şövenizmi“ne hizmet eden Stalin’i de „Gürcü“ yapacak, işgal gerçeğini ve işgal altındaki bir ülkenin hangi suçlardan ne derecede sorumlu tutulabileceğini göremeyecektir. Bunda şaşıracak birşey yok. Ben arkadaşımızın düşüncelerinde tutarlı olacağına ve yakında Ermeni katliamını aslında Çerkeslerin yaptığı, en azından ortak olduğu tez!lerine de destek vereceğine inanıyorum. Çünkü Ermeni katliamına Çerkeslerin de asker ve komutan düzeyinde katıldıkları artık bir sır değil? Bu arkadaşımıza „sana gönülden katılıyorum“ diyerek destek veren ve tavrını „başkalarının bu işe karışması RF’nin ‚Çerkes (Adige) sorunu dışarıdan manipule ediliyor’ tezini de güçlendirir“ diye açıklayan sanatçı bir büyüğümüze de uzun uzun anlatmak gerekir mi bilmiyorum. Sınırları  içerisinde yaşanan sorunları  çözmeyen veya çözme iradesi gösteremeyen bütün  ülkeler halklarına  bu „dış güçler“  masalını anlatırlar. Hele hele biz Türkiye’de yaşayan Çerkesler çok duyduk bunu. Bununla yapmak istedikleri tek başına kaldığında rahatça bastırabilecekleri, yutabilecekleri muhaliflerini yalnızlaştırmaktır. Ve asıl manipulasyon kendi yaptıklarıdır. Dünyaya bir bakın: Çıkarlarının örtüştüğü ülkelerle veya halklarla işbirliği yapmaya çalışmayan, ittifak aramayan bir tek Allahın kulu var mı? RF Çin, Hindistan, İran, Venezuella vs gibi ülkelerle ne ve kime karşı birşeyler yapmaya çalışıyor? Gürcistan sorununa Abhazlar ve Güney Osetyalılar lehinde müdahale ettiğinde ne yapmıştı, manipule mi etmişti? Elbetteki destek bulmaya çalışacağınız, ittifak olmaya çalışacağınız ülkelerin veya halkların çıkarlarıyla sizin çıkarlarınızın örtüşmesi veya en azından „ortak bir tehdit“in olması gerekir. Ve bu yönde ilk öne çıkanlar da sizi tehdit eden güçle en yoğun çelişkisi olanlar ve hatta çatışanlar olacaktır. Bundan daha normal birşey var mı? Sizi tehdit eden bir gücün dostuyla ittifak olabilir misiniz? Akıl mantık var mı bunda?  Biz ne istediğimizi bilirsek, bizi kimse manipule edemez. Masaya oturduğumuz gibi kalkmasını da biliriz. Ama bunları baştan reddedenlerin, kaç yıldır TBMM’ne gönderilen dilekçeleri görmeyip bugün „dış güçler“ veya „manipulasyon“ edebiyetı yapanların tek amacı vardır: Bizleri RF karşısında yalnızlaştırmak ve bu yalnızlığın, güçsüzlüğün büyüteceği korku ile çaresizleştirip statükoyu kabullenmeye zorlamak. Bunun kime hizmet ettiği de açıktır… Aslında, „Gürcüler, Abhaz ve Oset halklarına saldırmış, binlercesini üldürmüş ve varlıklarını tehdit etmiştir“ demek için bu kadar cambazlığa ve tarih çarpıtıcılığına gerek yok. Bunlar bir gerçektir. Keza daha önceki birkaç yazımda Abhazların RF ile nasıl bir ilişki kuracaklarına yine Abhazların karar vermesi gerektiğine ve alacağı kararlarda Abhaz halkının çıkarlarının belirleyici olması gerektiğine inandığımı da söylemiştim. Buna hala inanıyorum. Süreç  bizim dışımızda gelişti ve Abhaz halkının önüne uluslaşması / devletleşmesi için tarihi bir fırsat çıkardı. Abhaz halkının „tarihi Rus düşmanlığı“nın etkisinde kalarak RF ile çıkarlarının gerektirdiği ilişkileri kurmaması mantıklı olmazdı. „RF önce Kuzey Kafkas Halklarına, Çerkeslere veya Çeçenlere yaptıklarının hesabını vermelidir“ gibi şeyler söylemesi de. Hatta bağımsızlık savaşlarında aynı saflarda yeralmış olsak bile Abhazlardan bunu istemeye kimsenin hakkı yoktu. Biz de istemedik.  Çerkesler (Adigeler) de yakın veya uzak geçmişin etkisinde kalmamalı, sürece kendi çıkarlarımızı gözeterek müdahale etmeliyiz.  Israrla „Abhazlar da soykırıma uğramıştır, sürgün edilmiştir“  diyerek ne anlatmak istediklerini biz tam anlamış değiliz; ama eğer bununla „birlik olmamız gerekir“ demek istiyorlarsa: „evet birlik olmak gerekir, ama ne için birlik?“ diye de sormak? Eğer bir birlik bize yarar getirmeyecekse, buradan tüm dünyayaya bir kez daha ilan ediyoruz:  „Biz, en azından bizim çıkarlarımızı da gözetmeyecek birlikler istemiyoruz. Ama Çerkes (Adige) Halkının sorunlarının çözülmesine, birleşmesine, uluslaşmasına ve tarihsel topraklarında egemen bir halk olarak yaşamasına hizmet edecek her birliğe ve ittifaka da hazırız!“  Bugünün şartlarında Abhazların soykırım ve sürgün gibi konuları gündeme getirmeleri ne derece doğru olur, buna kendileri karar vereceklerdir. Keza kendilerine soykırım yapılmış mı yapılmamış mı veya bunun hesabını soracaklar mı, bunun zamanı mı…gibi soruları yanıtlayacak olanlar da Abhazlardır? Onlar bunu dile getirmeden birilerinin kendi kendilerine gelin güvey olmaları, yine tekrar edeceğiz ama, „politika bilmezlik“tir. Abhazların içişlerine karışmak, kazanımlarını riske atmaktır. Ki bugün „Çerkes Soykırım ve Sürgünü“nün tartışılmasına karşı çıkanların, dün Abhazların ulusal örgütlenmelerini yaratmalarına karşı çıkanlar, „Adige-Abhaz“ birliğini dayatanlarla aynı kişiler ve kurumlar olması bir tesadüf değildir. Asıl amaçları bu çatı altında iki halkı da RF’nin ve Türkiye’nin çıkarlarına uygun kontrol etmektir. Yakında Türkiye, „stratejik ortakları“nın bastırmasıyla Çerkesler ve Abhazlar konusunda politika değişikliğine gitmek zorunda kalırsa bakalım ne yapacaklar? Soykırım ve Sürgünü dile getirmek, sorumlularından bu haksızlığın telafi edilmesini istemek artık Abhazlar ve Çerkesler (Adigeler) için aynı anlama gelmiyor. Yok geliyorsa birlikte bunun mücadelesini vermekten onur duyarız. Ama ulusal mücadelemizin kilometre taşlarından biri olan bu konuda aklı başında hiçbir Abhaz’ın bizden „bu konuyu unutmamızı“ istemeyeceğinden de eminiz.      Yok eğer Çerkes soykırım ve sürgününün gündeme gelmesi Abhazların RF ile ilişkilerini zedeleyecek diyorsanız, merak etmeyin: Hem böyle bir tehlike yoktur ve hem de artık Abhazların kendi çıkarlarını gerektiği şekilde savunabilecek önderleri var. Şimdiye kadar gerekeni yaptılar, bundan sonra da yapacaklarından kuşkunuz olmasın!  Asıl ilginç olan şimdiye kadar „Rus Düşmanlığı“ yapılmamalı, „rövanşist“ olunmamalı diyenlerin şimdi „politikalarını“ düşmanlık ekseninine oturtmakta bir sakınca görmemeleri. Dün Abhazların kulaklarına „savaşmayın, geniş bir özerkliği kabul edin“ şarkılarını fısıldıyanların, bugün Gürcü düşmanı olmaları. Tutarlı oldukları tek nokta „RF ile paralel“ politikalar yapmaları, RF ile çelişmemeye özen göstermeleri, RF’nin çıkarlarını zedeleyecek söylemlerden kaçınmaları.  Yani sürgün ve soykırımın dillenmesini istememelerinin asıl nedeni: 1-Bunun RF’nin çıkarlarıyla çelişiyor olması,  2-Çerkes Halkının soykırıma uğradığı, sürgün edildiği gerçeğini reddetmeleri; inkarcı olmaları,  3-Ve mücadele ederek bir sonuç alınacağına inanmamalarıdır. İşte bazıları aslında „soykırım“ gibi bir dertlerinin olmadığını, Çarlık Rusyası’nın halkımıza karşı böyle bir suç işlediğine inanmadıklarını da açık açık yazıyorlar. Soykırım olduğuna bile inanmayanların Gürcistan’ı ve „günahları“nı ağızlarına sakız etmelerine inanılır mı? Yani aslında konu Nauru’da bile gündeme gelseydi, itiraz edeceklerdi. Çünkü halkımızın soykırıma uğradığına inanmıyorlar. Bunlara göre soykırım diyebilmek için geride tek bir insanın bile kalmamış olması gerekiyordu. Sürgün diyebilmek için de tek tek herkesin saçlarından sürüklenerek gemilere bindirilmiş olmaları. Halkımızın % 90’ının bu uygulamalara maruz kalmış olması, sonrasında bir ulus olarak varlığını devam ettirebilmesi için gerekli birlik-bütünlükten ve kurumlardan mahrum edilmiş olması yetmiyor. 2014 Soçi Kış Olimpiyatlarını  fırsat olarak gören ve en azından o güne kadar bu konuyu gündeme getimemeyi daha uygun bulanlar ise ne yazık ki kafalarını kuma gömmüş durumdalar. RF Soçi’deki tavrını çoktan ortaya koydu: Burada Çerkesler yaşadı demiyor ve biz aksi yönde bir tavır alıp bastırmazsak demiyecek. Eğer böyle bir niyeti olsaydı, Çerkeslerin varlığını  tanıyıp sorunlarını çözmek veya barış ve huzur isteseydi Soçi olimpiyatları bunun için aslında bizden çok RF için bir fırsattı. Ama adımızı bile anmadı. Bu oyunu ancak bizim irademiz ve mücadelemiz bozabilir. Yani bütün dünyanın gözlerinin anavatanımıza, anavatanımızın kalbine çevrileceği bu olimpiyatlar bizim için bir şanstır. Bu olimpiyatları bir fırsat olarak görüp  „sürgün ve soykırım“dan sözetmeden „güçlü“ örgütlenmeler ve mücadeleler ile bu topraklarda varlığımızdan sözedilmesini istemenin ipe sapa gelir bir tarafı yoktur. Madem bu topraklar bizim, burada yaşadık ve yaşamak istiyoruz; peki nasıl anlatacağız artık bu topraklarda neden varolmadığımızı? Buharlaştık mı diyeceğiz? Soçi Çerkes (Adige) toprağıdır dediğimiz anda soykırımdan ve sürgünden bahsetmek zorundayız. Ve RF bunu bildiği, uzlaşmaya ve barışmaya niyeti olmadığı için adımızı ağzına bile almıyor. Hem Soçi olimpiyatlarında adımızdan sözettirebilmek ve hem de Anavatana Dönüş’e ivme kazandırabilmek için Soykırım ve Sürgünü RF’na da tüm dünya kamuoyuna da anlatmaktan başka çaremiz yok. Çünkü nasıl ki artık diasporada, en azından Türkiye’de varlığımızı bir süre daha koruyabilmek için „pozitif ayrımcılık“; yani devletin desteği gerekliyse, Anavatana dönüşe ivme kazandırabilmek için de başta RF olmak üzere dünya kamuoyunun maddi ve manevi desteğine ihtiyacımız var. Sürgün ve soykırımın anlatılması ve tanınması özel maddi şartların oluşması anlamına gelecek; anavatanda ekonomik ve siyasi şartların olgunlaşmasına yarayacaktır. Maddi ve manevi olarak hazırlanmadan ciddi bir anavatana dönüş hareketi olmaz. Olanlar bireysel düzeyde kalır, kitleselleşmez. Manevi olan, Çerkes (Adıge) halkının bilinçlenmesi, ulusal kurumlarını yaratması ve uluslaşma iradesini göstermesidir. Maddi zemini ise Yurtseverlerin ve Anavatandaki siyasi kurumlarımızın çabaları; RF’nin demokratikleşip „sürgün ve soykırım“ı kabul etmesi; bunu telafi etmeye çalışması ve halkımızın yeniden anavatanda toplanıp birleşmesine destek vermesi ile yaratılacak, en azından olgunlaştırılacaktır. Bu anlamda sürgün ve soykırımı tanıtmak, anavatana dönüş ve uluslaşma Çerkes (Adige) halkının birbirinden ayrılamaz; birbirini tamamlayan üç görevidir. Herhangi birinin ihmal edilmesi diğerlerinin de başarısız olması anlamına gelir. Gürcistan’daki konferans bu yönde atılan bir adımdır. Bunu daha da geliştirmek ve yaymak görevimizdir. Artık kimse diasporadan böylesi çıkışlar Anavatanda insanlarımızın durumlarını zora sokuyor vs gibi iddaalarda da bulunumaz. İşte aynı düşünceler anavatanda da dile getiriliyor. Demek ki fark „Anavatanda“ veya „Diasporada“ yaşamaktan değil; ulusal mücadeleyi yorumlayıştaki farklardan kaynaklanıyor.  
  • facebook sharing buttonFacebook
  • twitter sharing buttonTwitter
  • pinterest sharing buttonPinterest
  • linkedin sharing buttonLinkedin
  • tumblr sharing buttonTumblr
  • vk sharing buttonvk
  • odnoklassniki sharing buttonOdnoklassniki
  • reddit sharing buttonReddit
  • whatsapp sharing buttonWhatsapp
  • googlebookmarks sharing buttonGoogle Bookmarks