ERMENİ SOYKIRIMI, TÜRKİYE'NİN VE TÜRKÇÜLERİN SORUNU, BU SOYKIRIMI TANIMAK, ŞÖVENİZME DARBE VURMAK DEMEKTİR!

#304 Ekleme Tarihi 16/10/2015 10:09:38

20 Nisan 2015 Pazartesi

Resmi tarih, galiplerin tarihidir. Türk tarihi de, “Türk ulusalcıları”nın... Vizyon, Osmanlı'dan geriye kalan topraklar üzerinde; bir “Türk ulusu” ve “Türk ulus devleti” yaratmaktır. Elbette Türklerin de uluslaşma ve devletleşme hakları var. Ama “Türk milliyetçileri”nin hayalini kurdukları ve örgütledikleri bu devlet, “dikensiz gül bahçesi”; yani yalnızca “Türk olanların” devletidir. Diğerleri ya “zararsız” hale getirilecek, ya da yok edileceklerdir.

Osmanlı devletinin geleceğinin olmadığı anlaşıldıktan sonra askeri, ideolojik, sosyal, kültürel... bütün yöntemler kullanılarak, bu politika hayata geçirilmiş, “iş bitti”kten sonra tarih yazılmış ve yeni kuşaklar bu tarih ile büyütülmüştür.

Ulus veya ulusal topluluk nasıl örgütlenir; karakteri nedir bilmeyenler; dil birliğini veya bazı gelenek-görenekleri yeterli görüp, neredeyse her insan topluluğunu “ulus” diye niteleme eğilimlidirler. Bu nedenle, ulusların ve ulusal toplulukların ezelden beridir var olup, ebediyete kadar var olacağını sanırlar. Ki bunlara göre aşiretler veya kabileler bile ulusal topluluklardır.

Ama gerçek öyle değil.

Ulus, kapitalizmle birlikte ortaya çıkmış, kendiliğinden değil; bilinçli olarak olarak örgütlenmiştir. Yani “biz artık ulusuz” deyince, akşamdan sabaha ulus olmazsınız. Ortak bir tarihiniz olmalıdır. Sonra ortak bir diliniz, vatanınız ve gelecek vizyonunuz. Bu değerleri, uzunca bir süre anlatmalı, beyinlere kazımalı, kesintisiz bir ideolojik mücadele vermelisiniz.

En sağlıklı olanı, bir kurguya ihtiyaç hissetmeden; ulus olmak için gerekli ögelere sahip insan topluluklarının uluslaşmasıdır. Veya ulus olma potansiyeli olan insan topluluklarının demokratik birliği. Yoksa uluslaşma veya devletleşme süreci bir baskı, terör ve asimilasyon sürecine döner. Ulusal devletler değil; şovenist devletler ortaya çıkar. Bir insan topluluğu geleceğini garanti altına alırken; devletin sınırları içerisinde olan diğer topluluklar acı çeker, yok olurlar.

Böyle devletlerin tarihleri haksızlıklarla doludur ve resmi tarih bu haksızlıkları inkar etmek için yazılır. Eğer uluslaşma süreci, bir daha geri dönülemeyecek bir olgunluğa erişmemişse ve demokratik bir gelecek vizyonu yoksa, haksızlıkları telafi etme imkanı da ortamı da olmaz. İnkar, baskı ve asimilasyon devam eder.

Bazı dünya devletleri, uluslaşma ve devletleşme süreçlerindeki haksızlıkları itiraf edip bunları telafi etme yoluna gittiler ve gidiyorlar. Ama bunların çok azı, gerçekten demokratik bir toplum olma isteği ile yapıyorlar bunu. Elbette insanlığın erişmiş olduğu düzeyin; insan ve toplum hakları konusunda ortaya çıkan duyarlılığın biraz etkisi var; ama büyük çoğunluğu, artık bu “itiraf”ların pratik bir sonucunun olmayacağından emin oldukları; geriye dönüş mümkün olmadığı için “hataları”nı itiraf ediyor, özür diliyorlar.

Türkiye'nin, Ermenilerle, Kürtlerle ve diğer ulusal-etnik topluluklarla ilgili suçlandığı zaman “ey Avrupa, ey dünya, sen önce kendi geçmişine bak, kendi tarihine bak” serzenişi pek de haksız değil. Çünkü ulus devletlerin çoğunun geçmişi “kirli”dir. Kanlıdır. Bugün artık var olmayan veya “numune”lik hale gelmiş insan topluluklarının mezarları üzerinde inşa edilmiştir bu devletler veya uluslar. Ve Türkiye, kendisine bu sürenin verilmiyor olmasına kızmaktadır.

Türk ulusunun veya kendini “Türk-Türkiyeli” hissedenlerin, Türkiye'de yaşayan diğer insan topluluklarına nazaran demokratik-insani değerlerden, adalet duygusundan daha mahrum, daha saldırgan, daha acımasız ve daha tahammülsüz olmalarının başlıca nedeni “Türk uluslaşma süreci”nin, ancak bir demokratik devrim ve demokratikleşmeyle aşılabilecek şövenist karakterinden gelmektedir.

İyi olan, demokratik güçlerin gittikçe daha çok bunun farkına varması; kötü olan ise Türkiye'nin sağının da solunun da, dindarının da dinsizinin de bu süreçten nasibini almış, kendini Türk-Türkiyeli veya Türkiye'ye ait hisseden hemen herkesin hakim ulusun „eğitimi“nden geçmiş, onun vizyonunu, politik kültürünü, yöntemini ve „uluslaşma karakterini“ benimsemiş olmasıdır.

Bu kültür, hakim ulusun egemen sınıfının kültürüdür. Çünkü uluslaşma sürecinde, hakim ulusun, giderek tüm toplumun karakteri uluslaşma sürecine uygun olarak yeniden şekillenir ve bu sürece, uluslaşma hareketine önderlik yapan güç veya egemen sınıf damgasını vurur!

Eğer uluslaşma demokratik bir yol ve yöntem izlemiyor, Türkiye’de olduğu gibi birden çok etnik-ulusal topluluktan tek bir ulus yaratılmaya çalışılıyorsa, bu durumda, hakim ulusun olumlu gelenekleri ve değerleri törpülenir, bunların yerini ulusun üstünlüğü, kahramanlığı, devleti, vatanı vs alırken; diğer halklara ve ulusal topluluklara karşı olumsuz duygu ve düşünceler yayılır. Ön yargılar yaratılır. Bunlar devletin ideolojik aygıtları vasıtasıyla insanların bilinçlerine ve bilinç altlarına kodlanır.

Çünkü, bir etnik kimliği topluma hakim kılabilmek ve diğer halkları asimile edip bu etnik kimlik ekseninde uluslaştırmak için, hakim ulus yüceltilirken, diğer insan toplulukları aşağılanmalıdır ki; bu topluluklara ait insanlar „prestij kaybeden“ kimliklerinden uzaklaşıp hakim ulusun kimliğini veya değerlerini benimseyebilsinler.

Böyle, başka ulusları, ulusal toplulukları veya dinleri-mezhepleri asimile etme ekseninde uluslaşan devlet anti demokratiktir, şovenisttir. Şovenizm, bütün toplumsal yaşama ve siyasi ilişkilere damgasını vurur. Anti demokratik, saldırgan, tahammülsüz bir politik kültür ve kişilikler yaratır. Diğer kimliklerin ve kültürlerin aile-arkadaş ilişkileri veya basit dernek örgütlenmeleri ile buna direnebilmeleri mümkün değildir. Önünde sonunda değişir-dönüşür, hakim ulusa benzer ve asimile olurlar.

Zaman zaman çevremizdeki bazı Çerkeslerin kişiliklerine, davranışlarına veya herhangi bir sorunu ele alış yöntemlerine bakıp şaşırır; “biz böyle değiliz” diye düşünürüz. Evet böyle değildik; bizim kültürümüz bu değildi; ama “bize ait olan” ve “bizim kültürümüz” asimile ediliyor. Buna karşı “geleneksel değerleri” korumacı ama Türkiye'ye karşı “bana ne”ci yaklaşımların başarı şansı yoktur.

Okulları, dini kurumları, askeri-polisi ve medyası ile dev bir mekanizmaya karşı anne babadan gelecek kuşaklara aktarılmaya çalışılan bir kültürün veya gelenek göreneklerin başarı şansı olabilir mi?

Bu nedenle şovenizimden muzdarip, asimile edilen halkların ve kültürlerin bir yandan kendilerini: kimliklerini ve kültürlerini korumak için örgütlenmeleri; ama diğer yandan şovenizmi geriletmek için mücadele etmeleri, Türkiye'nin demokratikleşme sürecinin bir parçası olmaları gerekmektedir. Yok olmasına üzüldükleri ulusal-etnik kültürleri, bunu yaşatma bilinci ve dinamiği ancak şovenizme karşı mücadele ederlerse, şovenizmi geriletebilirlerse korunabilir.

Bugün ulusal-etnik kimliklerini ve kültürlerini koruyabilenler ya “kapalı” ya da şövenizme karşı demokratik hak ve özgürlükleri; yaşadıkları ülkelerin demokratikleşmesi için mücadele eden topluluklardır. Bu, tesadüf mü? Değil! Çünkü şovenizme karşı mücadele etnik-ulusal toplulukların direniş damarlarına taze kan pompalar ve şovenizm gerilerse ulusal-etnik kimliklerin, kültürlerin ve gelenek göreneklerin gelişmesi için daha uygun bir iklim ortaya çıkar.

Yani ne kadar kimlik, o kadar demokrasi; ne kadar demokrasi, o kadar kimlik! Bu ikisi birbirinden ayrılmaz, siyam ikizidirler... Ki ulaşmak istediği hedefler başka olsa da; AKP iktidarının, geçmişte, elbette ki Kürt ulusal hareketinin de baskısı ile, şovenizmi ve Türkçü-Kemalist kültürü gerileten bazı adımlarının ulusal-etnik kimliklerin güçlenmesine yol açması bu nedenledir.

Türk ulusalcılarının, kemalistlerin, faşistlerin AKP düşmanlığının; AKP'ninse her geri adım attığında gericileşmesinin, hatta faşistleşmesinin nedeni de budur.

Kısaca, Türk uluslaşması şovenist bir uluslaşmadır. Türk olmayan insan topluluklarının asimilasyonu, Türkleştirilmeleri, demokratik hak ve özgürlüklerinin inkarı eksenlidir. Bu nedenle saldırgandır, tahammülsüzdir. Ve bunlar, „gizli şovenizm“ olarak günlük hayatta hergün yeniden üretilmekte, bilincimize ve bilinçaltımıza kazınmakta, ön yargıya dönüşmekte, duygu ve düşüncelerimizi yönlendirmekte ve kim ne kadar kendisini bu sisteme ve Türkiye'ye ait hissederse, o kadar bu çarkın dişlisi olmaktadır.

Bu nedenle, Çerkeslerin Türkiye’de, Ürdün’de, Suriye’de; yani devletlerinin kurulmasında ve uluslaşmalarında „kurucu unsur“ olarak aktif görev aldıkları ülkelerde devşirmeliğin gelişmiş olması; demokratik kültürden uzaklaşmaları tesadüf değildir. Yine bu nedenle devşirme Çerkeslerin politik kültürü, tavırları, alışkanlıkları ve refleksleri anti demokratiktir, saldırgandır, tahammülsüzdür. Çünkü gıdasını şövenizmden almaktadır.

Kurumlarımıza da sirayet etmiş olan bu hastalık Çerkes kültüründen ve alışkanlıklarından kopma ve dejenerasyon anlamına gelir. Çerkeslerin, bundan kurtulabilmek için yaşadıkları bütün ülkelerde kendi özlerine dönmeleri, özlerini ve özlemlerini politikleştirmeleri, etnik-ulusal politik örgütlenmelerini yaratmaları, bu örgütleri ile şovenizme karşı mücadele etmeleri gerekmektedir...

Bugün Türkiye'de şovenizmin geriletilmesi, hatta yıkılması gereken kalelerinden biri de Anadolu'nun kadim halklarından olan Ermeni düşmanlığıdır.

Bildiğimiz gibi Anadolu göçlere maruz kalmış, istilalara uğramış, uygarlıkların kurulup yıkıldığı bir coğrafyadır. Doğu Hristiyanlığının bir parçası olan Ermeniler de, Anadolu uygarlıklarına kendilerinden bir şeyler katan halklarından biridir.

Bugünkü Rusya Federasyonu'nun güneyinde ve Anadolu'da yerleşik hayata geçmeleri MÖ II. Yüzyıla kadar gider. Bu dönemde, Urartular, Armen kabileleri ve bölgeye daha sonra gelen başka kabileler kaynaşarak bir Ermeni Krallığı kurmuşlardı.

İslamiyetin yayıldığı yıllarda Hristiyan Ermeni uygarlığı duraklama dönemine girer. Anadolu'nun Türkler tarafından fethedilmesinden sonra ise Ermenilerin yerleşik toplumsal yaşamları bozulur. Anadolu'da yaşayan Ermenilerin bir kısmı Klikya'ya çekilir ve burada, XII. Yüzyılda bir devlet kurarlar.

Osmanlığı imparatorluğu kurulunca bu devlet yıkılır ve Ermeniler dağınık topluluklar halinde Osmanlı egemenliği altında yaşamaya başlarlar. Başta Sivas, Elazığ, Erzurum, Bitlis, Diyarbakır ve Van gibi iller olmak üzere Anadolu'nun bir çok yöresine dağılmış olan Ermeniler Osmanlı egemenliği altında yaşarken dahi dillerini, kültürlerini, gelenek göreneklerini ve etnik kimliklerini korumayı başarırlar. Bunun nedeni, birilerinin iddia ettiği gibi, Osmanlı'nın demokratik karakteri değil ( Osmanlı Devletinde demokrasi aramak beyhude bir çabadır ); Ermenilerin daha ileri bir toplumsal yaşamı örgütlemiş olmalarıydı.

Ermeniler Anadolu'da çiftçilikle ve zanaatla, büyük şehirlerde ise ticaret ile uğraşıyorlardı. Osmanlı egemenliği altında yaşadıkları dönemde bu toplumsal yapılarını ve ekonomik ilişkilerini korudular. Ve XIX. Yüzyılda, Avrupa ile kurdukları ilişkiler sayesinde, ticarette, özellikle İstanbul'da ve İzmir'de büyük gelişme gösterdiler. Ciddi bir sermaye birikimleri oldu. Bu sermaye birikimi ile ticaretten sonra sanayiye el attılar. 1914'te Osmanlı İmparatorluğu'nda yapılan yatırımların %85'i azınlıklara, bunların da çoğu Ermenilere aittir.

Ticaret ve sanayide gösterdikleri bu gelişme sonucu, Ermenilerin uluslaşma süreçleri hızlandı. Yaşadıkları bölgelerin çoğunda azınlık olmalarına rağmen sosyal ve siyasal olarak en örgütlü olanlar Ermenilerdi. Bu nedenle Fransız devriminden, Avrupa'daki uluslaşma hareketlerinden, özellikle de Yunanlıların ve Bulgarların bağımsızlıklarına kavuşmalarından etkilenen Ermeniler arasında XIX. Yüzyılın ikinci yarısında kendi devletlerini kurma düşünceleri ortaya çıktı.

İlk başlarda bir aydın hareketi olarak başlayan uluslaşma ve ulus devlet kurma düşüncesinin ilk meyvesi, Avrupa'da yaşayan Ermeni aydınlarının 1887 yılında çıkardıkları “Hınçak” gazetesi oldu. Bu gazete etrafında bir araya gelen Ermeni aydınları “sosyalist bir Ermenistan” hedefliyorlardı. Sonra 1890 yılında Tiflis'te “Taşnakzutyan” kuruldu. Bunlar da sosyalist bir Ermenistan kurmak istiyor; ama Hınçaklardan farklı olarak, bu hedeflerine ulaşmak için silahlı mücadele verilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Hınçak'ın 1894 yılında Londra'ya taşınması sonrasında Ermeni ulusal hareketinin merkezi Avrupa, esas olarak Londra oldu.

Ermeni aydınlarının propaganda faaliyetleri kısa sürede etkisini gösterdi. Milliyetçilik Ermeniler arasında hızla yayıldı ve I. Mahmut'un ağır vergilerinden şikayet eden, kuraklık nedeni ile geçim sıkıntısı çeken; bu nedenle zaten memnuniyetsiz olan, Kayseri, Amasya ve Merzifon Ermenileri 1893 yılında ayaklandılar. Ayaklanmaya ulusal talepler damgasını vurmuş olmasına rağmen, hareket Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları illere yayılmadı ve kanlı bir şekilde bastırıldı.

Sonraki yıllarda yöresel ayaklanmalar ve tedhiş eylemleri devam etti. 1895'te İstanbul'a sıçradı. İstanbul'daki gösteriye, yine 1895 yılında Trabzon'da tümen komutanına düzenlenen suikaste ve Erzurum'da hükümet konağına yapılan saldırıya Osmanlı devletinin yanıtı çok ağır oldu. Bu illerde ve daha sonra Sivas'ta, Malatya'da, Diyarbakır ve Urfa'da, yabancı elçiliklerin hesaplarına göre iki senede 300 bin kadar Ermeni öldürüldü. 100 bin kadar Ermeni sürgün edildi ve yine 100 bin kadarı zorla müslümanlaştırıldı.

Ermenilerin başarısız olmalarının başlıca iki nedeni var: Birincisi, Ermeni tüccarlarının ve sermaye sahiplerinin Osmanlı devletindeki imtiyazlarını kaybetme korkusu ile ayaklanmalara şüphe ile bakmış olmaları. İkincisi Ermeni milliyetçilerinin “sosyalist Ermenistan” sloganının bu zengin çevreleri ve kiliseyi ürkütmüş olması. Hareketin radikal veya “sosyalist” ögeleri itici olmuş, Ermeni halkına; özellikle burjuvazisine güven vermemiştir. Ermeni milliyetçilerinin Avrupa'ya çok bel bağlamış, ama yine yukarıda dile getirdiğim nedenle Avrupa'lı devletlerden bu desteği alamamış olmalarını da vurgulamalıyım.

Keza Osmanlı devletinde yaşayan diğer halkların desteğini alamamış olması da Ermeni ulusal hareketinin başka bir handikapı idi. Osmanlı devletinin kışkırtıcı propagandası, Kürt aşiretlerinden 1882 yılında örgütlenen Hamidiye Alaylarının katliamları ve bu katliamlara Ermenilerin kontrolsüz misillemeleri halklar arasında düşmanlığın derinleşmesine neden olmuştu.

Ermeni ulusal hareketi İttihat Terakki iktidarı döneminde yeni bir ivme kazandı. 3 Ekim 1913'te Ermeniler İstanbul'da bir ulusal kongre düzenlediler. Bu toplantıda alınan karar gereği, Ermeni Patriği Adalet bakanına bir heyet gönderdi ve Ermenilerin mecliste nüfuslarına uygun olarak, 2 milyon Ermeni'nin 20 milletvekili ile, temsil edilmesini talep etti. Bu talep tam olarak hayata geçmese de Ermeniler Meclis'te, 1908 yılında 14, 1912 yılında 13 ve 1914 yılında yine 13 milletvekili ile temsil edildiler (Feroz Ahmed, İttihat ve Terakki).

Ama Ermenilerin diğer talepleri dikkate alınmadı. İttihatçılar Ermenileri oyalıyorlardı. Bunun üzerine, Balkan savaşlarının Osmanlı devletini güçten düşürmesini, Avrupa devletlerinin Osmanlı karşıtı bir politika izlemelerini ve yaklaşan dünya savaşını da bir fırsat olarak gören Ermeni milliyetçileri seslerini yükseltmeye başladılar.

Osmanlı devleti ise Ermeni, daha doğrusu “gayri müslim” nüfus sorununu kökten çözme! ve imparatorluk sınırları içinde daha homojen, müslüman bir topluluk bırakma hazırlıkları yapıyordu. Hatta Teşkilatı Mahsusa, Hamidiye Alayları ve kimi çeteler uzun zamandır, özellikle de sınır bölgelerinde kirli işler yapmaktaydılar. Son darbeyi vurmak için, Talat Paşa'nın anılarında dile getirildiği gibi, “...genel karargahta 'Ermenilerin tehciri' hakkında bir kanun hazırlanarak Bakanlar Kurulu'na sunuldu” ve harekete geçildi.

İşte Birinci Dünya savaşı sırasında Osmanlı devleti tarafından gerçekleştirilen bu Ermeni katliamlarına “ Ermeni Soykırımı” deniyor. Çünkü bu katliamlar Osmanlı İmparatorluğunun farklı yerlerinde, devlet eliyle, planlı ve bilinçli olarak, ordu, çeteler, milisler ve cezaevlerinden çıkartılarak teşvik edilen katiller, hırsızlar ve bilimum kanun kaçakları kullanılarak örgülenmiştir.

Bazıları, Ermeni ulusal hareketini ve mücadelesini veya silahlı Ermeni güçlerini işaret ederek, o yıllarda iç savaş benzeri bir durum ve savaşta her iki taraftan da kayıpların olduğunu iddia eder, bu yolla soykırımı inkar ederler. Ama Ermeni halkının kendi kaderini tayin hakkını, demokratik hak ve özgürlüklerini talep etmesi, kendi kendini temsil etmek ve hatta kendi devletini kurmak istemesi yanlış mı? Değil. Her halkın bu hakkı vardır. Ermenilerin de!

Ki, biz Çerkesler de, Rus işgaline karşı onyıllarca direnmedik mi, silahlanıp savaşmadık mı? Bu savaşta yüzbinlerce Rus askerini ve Rusu öldürmedik mi? Şimdi Rus İmparatorluğu da Çerkesleri katletmekte ve sürgün etmekte haklı mı? Bu soykırım ve sürgün de Çerkeslerin silahlı direnişi nedeniyle sadece “bir önlem” olarak mı nitelenmeli? Kayıplar, “savaş kaybı” mı?

Doğrusu, Osmanlı devletinin gayri müslim nüfusu katletmesi ve yok etmesi; bu nüfusun “düşmanla işbirliği” yapmış olmasına bir tepki, bir cezalandırma eylemi değildi. Jön Türkler, zayıflamış Osmanlı imparatorluğunun kalıntıları üzerinde sınırları Çin’e kadar uzanan, tüm Kafkasları ve Orta Asya’yı içine alan büyük bir ulus devlet, büyük bir Türkiye kurmayı planlıyorlardı. Bu plana göre İmparatorlukta yaşayan tüm azınlıklar Türkleştirilmeliydi.

Müslüman olmadıkları için asimile edilmeleri kolay olmayacak; Avrupa devletlerinin ilgisinin bitmeyeceği Hristiyan Ermeni halkı bu planın gerçekleşme sürecinde en büyük ayak bağıydı. Ve Batı Ermenistan’dan tüm Ermenilerin tehcir edilmesine daha 1910 yılının başlarında İttihat ve Terakki Partisinin merkez komitesi tarafından yapılan gizli toplantılarda karar verildi.

Tıpkı, Rus İmparatorluğunun Çerkesleri sürgün ve Çerkesya'yı yok etmeye savaşın bitmesinden yıllar önce karar vermesi, hazırlık yapması gibi...

Ve 1911 senesinde Selanik’te yapılan toplantıda bu düşüncelerini ilk kez yazılı hale dönüştürüp İçişleri bakanı Talat’ın imzasıyla, yerel yönetim makamlarına gizli telgraflar ile ilettiler. Sonra, Doktor Nazım, Şakir Bahattin ve Mithat Şükrü’nün başkanlığını yapacağı bir komite kurdular. Bu komite Ermenilerin tehciri ve katliamı ile ilgili tüm sorumluluğu üzerine alacaktı.

İttihat ve Terakki partisinin önde gelen isimlerinden ve Ermeni soykırımının mimarlarından biri olan Doktor Nazım, parti toplantılarının birinde şöyle konuşmuştu: “ Ermeni halkını tam olarak yok etmek gerekmektedir. Ermeni ismi ortadan kaldırılmalı ve bir tek Ermeni bile bırakılmamalıdır. Şu anda savaş durumdayız, bundan daha uygun bir vakit olmayacaktır. Büyük ülkelerin ve basının gürültülü çıkışları bir işe yaramaz, daha sonra çok geç olur, konu da böylece kapanır. Bu sefer tüm Ermenileri ortadan kaldırmalıyız. Son Ermeni’ye kadar... Ben bu topraklarda yalnızca Türkler yaşasın ve bu topraklara Türkler hakim olsun istiyorum. Türk olamayan tüm unsurlar dinleri, milletleri ne olursa olsun kaybolsunlar...”  Ve Birinci Paylaşım Savaşı Jön Türklere bu planlarını gerçekleştirmek için kaçırılmayacak bir fırsat sundu.

Türk ırkçıları ve ırkçıların propagandalarından etkilenenler, Ermeni soykırımı iddialarına Ermeni milislerin öldürdüğü Müslümanların veya Türklerin sayıları ile karşılık verir; “karşılıklı kayıplar”dan bahsederler. Ama sözkonusu olan “kayıplar” ve bu kayıpların büyüklüğü veya küçüklüğü değildir. Rus-Çerkes savaşlarında da 1 milyon kadar Rus ölmüştür.

Söz konusu olan bu kayıpların nasıl olduğu ve amacıdır. Evet müslüman ve Türk nüfus da çok kayıp vermiştir, ama Ermeni halkı soykırımdan geçirilmiştir. Çünkü birincisi: Ermeni ve Süryani soykırımı, Birinci Paylaşım Savaşından önce planlanmıştır. Yani planlıdır. İkincisi, bu soykırımlarda söz konusu olan “çatışmalarda ölen insanlar” değil; “gayri müslimler”in kadın çocuk demeden katledilmeleri, tecavüze uğramaları, çocuklarının asimile etme amaçlı başka ailelere verilmeleri, sürgün edilmeleri, mal mülklerine el konulmasıdır.

Yani soykırım, insanların soyunu tüketmek için yapılan toplu katliamlara denir. Bir savaşta ne kadar çok insan öldüğü ile doğrudan bir ilişkisi yoktur. Ama Rus-Kafkas savaşları boyunca Rusların işlediği savaş suçlarının, katliamların hepsini “soykırım” diye niteleyip bir “Kafkas Soykımı” icat edenlerin bunu anlamaları ve kabul etmeleri kolay olmayacaktır.

Ermeni Soykırımı, daha önceki yıllarda binlerce Ermeni öldürülmüş olmasına rağmen ( 1894-1896 yıllarında 300 bin veya mesela 1909 yılında Adana, Maraş ve Kesap'ta 30 bin Ermeni öldürülmüştü ), 24 Nisan 1915 tarihinde Ermeni aydınlarının, yaklaşık olarak 800 kişi, İstanbul'da hiçbir gerekçe gösterilmeden göz altına alınmaları, tutuklanmaları, sürülmeleri ve yaklaşık olarak 1000 kişinin öldürülmesi ile başladı. Bu insanlar arasında Ermeni mebuslar, yazarlar, avukatlar, gazeteciler, öğretmenler, doktorlar, sanatçılar, din adamları da vardı. Hepsi ya tehcir yolunda ya da vardıkları şehirlerde hemen öldürüldüler. Bundan önce, Şubat ayında, 60.000 kadar genç Ermeni askere alınıp burada öldürülmüş, böylece Ermeniler silah tutan güçlerini kaybetmişlerdi. Osmanlı hükümetinin amacı tüm batı Ermenilerinin öncelikle siyasi ve askeri önderlerini, aydınlarını öldürmek, böylece onları her anlamda savunmasız bırakmaktı.

Son aşamada ise Ermeni halkı genç yaşlı, çoluk çocuk demeden Suriye çöllerine doğru sürüldüler. Tehcir sırasında binlerce insan Türk askerleri, Kürt çeteleri ve başka fırsatçılar tarafından öldürüldüler. Kalanlar ise açlıktan veya bulaşıcı hastalıklardan öldüler. Kadınlara tecavüz edildi, işkencelere maruz kaldılar. Çocuklar ailelerinden alındı. Birçok Ermeni zorla Müslümanlaştırıldı.

Bir “ayrıntı”yı anlatmadan geçemeyeceğim. Ermeni Devrimci Daşnak Partisi, 1914'ün Haziran ayında, Erzurum'da bir toplantı örgütledi. Toplantının amacı, olası savaş çıktığında Ermenilerin takınacakları tavrın belirlenmesiydi. İttihat Ve Terakki toplantıdan haberdar olunca toplantıya partinin önemli isimlerinden Naci Beyi ve Şakir Bahattin’i gönderdi.

İttihat ve Terakki Ermenilerden, Türkiye’deki ve Rusya’daki Ermenilerin savaş çıkması durumunda Türkiye sadık kalacaklarına dair söz vermelerini, Ruslara karşı savaşacak Ermeni birliklerinin kurulmasını talep ettiler. Bu talepler yerine getirildiği takdirde savaştan sonra Türkiye’de ve Rusya’da Ermenilerin yaşadığı bölgelerde bağımsız bir ülkelerinin kurulacağı sözünü verdiler.

Ama Ermeniler, savaş durumunda, bölgedeki Ermenilerin birbirinden bağımsız hareket edeceğini; Türkiye’deki Ermenilerin Türkiye’ye, Rusya’dakilerin de Rusya’ya sadık kalacaklarını belirttiler. Kafkaslarda ayaklanma teklifini “başka bir ülkenin vatandaşı olan Rusya Ermeniler adına karar alamayız” diyerek reddettiler, ama “ ...eğer Türk hükümeti savaşa girerse, ülkenin vatandaşı olan Ermeniler olarak kendilerine verilen her türlü vazifeyi, orduda görev almayı, vatanı korumayı, diğer tüm tebaalar gibi yerine getirecekleri” sözünü verdiler. Buna rağmen, İttihat ve Terakki'yi memnun edemediler. Çünkü İttihatçılar asıl olarak Ermenilerin Kafkaslarda Ruslara karşı savaşmalarını istiyorlardı.

Burada, Çerkes Teavün'den Şimali Kafkas'a geçişin nasıl veya hangi zorlama ile olduğu; Çerkeslere ne vaad edildiği; Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti ve “Kafkas kimliği”nin politik nedenleri üzerine bir kez daha düşünmemizde yarar var.

1915'in Mayısında İstanbul'da, Ermeni Soykırımının “Vurucu Gücü” Talat Paşa  başkanlığında bir toplantı düzenledi. Bu toplantıda Ermeni tehciri, tehcirden sonra Ermeni mallarının nasıl paylaşılacağı, boşalan köylere ve evlere kimlerin yerleştirileceği planlandı. Ve bu toplantıdan sonra sistemli Ermeni katliamları ile tehciri bütün Anadolu'ya, hatta bütün Osmanlı topraklarına yayıldı.

Önce Van'dan, sonra Tokat'tan sürüldüler Ermeniler. Van'da, sadece 3 gün içerisinde 20 bin kadar Ermeni katledildi. Bunları Bayburt ve Erzurum Ermenilerinin tehciri izledi. Erzurum'da 25 bin kadar Ermeni katledildi.

24 mayıs 1915'te İngiltere, Fransa ve Rusya’da, aynı günde, Osmanlı devletini Ermeni katliamlarından sorumlu tutan bir resmi ilan yayınlanmasına rağmen Ermeni katliamı ve tehciri hızını yitirmeden devam etti. İlanda şöyle deniyordu:

“...bu ay boyunca Osmanlı hükümeti Ermenistan’da yapılan Kürt ve Türk zulümlerine göz yummuş, hatta onları desteklemiştir. Nisan ayında Erzurum’da, Muş’ta, Sason’da, Zeytun’da ve tüm Kilikia’da Ermeni katliamları yapılmıştır. Van ve çevresinde yüzlerce köyde katliamlar yapılmıştır. Van şehri Kürtlerin eline geçmiştir. Bu arada Konstantionopolis’deki masum Ermeni halkı Türk polisi tarafından tutuklanıp olmadık işkencelere maruz kalmaktadır...”

Sonrası tartışmasız bir soykırımdır.

Diyarbakır, Urfa, Kayseri, Samsun, Merzifon, Yozgat, Muş, Bitlis, Muş, Maraş,  Adıyaman, Antep, Adapazarı, Eskişehir, Afyon, Mersin, Ankara, Bursa, Adana, Halep, Der Zor, Yemen... Anadolu'nun ve Osmanlı devletinin her tarafında Ermeniler ya katledildiler ya da sürgün edildiler. Osmanlı Mebusan Meclisi ise 15 Eylül'de “Terkedilmiş Mülkler” kanununu onaylayıp yürürlüğe koyarak, Ermenilerin mal ve mülklerinin yağmalanmasını yasal kılıfına uydurdu.

Mustafa Kemal'in bile 27 Ocak 1920'de İstanbul'da toplanan Askeri Şura'da “bu paşalar inanılmaz, akıllara sığmayan, anlatılmayacak suçlarda bulundular, kendi kişisel çıkarları için memleketi bugüne getirdiler. Bu insanlar her çeşit işkenceyi yaptılar, tehciri başlattılar, katliamlar yaptılar, benzin dökerek zavallı yaşlıları ateşe verdiler, kendi aileleri ve eşleri yanında genç kızlara ve kadınlara tecavüz ettiler, çocukları ailelerinden ayırdılar. Ermenilerin tüm mal varlığına el koydular. İnsanları anlatılmaz işkencelerle Musul’a kadar sürdüler. Binlercesini denize döktüler, binlercesini dinini değiştirmesi için zorladılar, yaşlı insanları acımasızca günlerce yürüttüler, çalıştırdılar, kadınları tarihte benzeri olmayan genelevlere attılar...” sözleri ile mahkum ettiği bu katliamlar, tehcir ve soykırım sonrası Anadolu'daki 2 milyonluk Ermeni nüfusu, birkaç bine düştü.

Ermenilerin yurtlarından sürülmeleri ve katledilmeleri sonraki yıllarda da devam etti. Hayatlarını kurtaran Ermeniler ya Ermenistan'a göç ettiler, ya da dünyanın dört bir tarafına dağıldılar. Ve artık Türkiye'deki sayıları birkaç bin, belki 50 000 bin olarak tahmin ediliyor.

Ermeni milliyetçileri, özellikle 70'li yıllardaki şiddet eylemleri ile Ermeni soykırımını tekrar dünyanın gündemine oturtmayı başardılar. Türkiye ise buna hep gerçeği inkar ederek, yalan ve demo;ji ile karşı durdu.

Ermeni milliyetçilerinin bir kısmı, Batı Ermenistan'da bir Ermeni devletinin kurulmasını hedefleseler de, bugün Ermeni halkının çoğunluğunun başlıca iki talepleri var:

Türkiye Cumhuriyeti'nin 1915 Ermeni Soykırımını tanıması, sorumluluğunu kabul etmesi ve tazminat ödemesi,

Yurtdışındaki Ermenilerin topraklarına dönmelerine izin verilmesi.

Ermeni soykırımını planlayan ve uygulayan Osmanlı devletidir. Ama Türkiye Cumhuriyeti de bu politikaları başka yöntemlerle sürdürmüş; Ermeni halkını aşağılamış, yok saymıştır. Türkiye'de Ermeni olmak hala kolay değildir. Ve “Ermeni” kelimesi çoğu yerde hala bir küfür gibi kullanılmaktadır.

Tarihin tekerleğini geriye döndürmenin mümkün olmadığına, bu nedenle Batı Ermenistan'da bir Ermeni devleti kurmanın gerçekçi ve mümkün olmadığına inanıyorum. Ama Ermeni ve Anadolu halkları arasındaki gerginliğin bitmesi mümkün. Bunun için öncelikle geçmişte yaşananlar, acılar, katliamlar ve soykırım kabul edilmeli; Ermeni halkından özür dilenmelidir.

Ermeniler, Anadolu'nun Batı Ermenistan'ının yerli halkıdır. Yurtlarından katledilerek ve zorla sürülmüşlerdir. Bu bir insanlık suçu, inkar ise, suçun ve soykırımın devam etmesi demektir.

Sürgün Ermeniler vatanlarına kayıtsız şartsız geri dönebilmeli, kayıpları telefi edilmeli, tazminatsa tazminat ödenmeli; geri dönmek istemeyenlere de, isterlerse çifte vatandaşlık verilmelidir. Böylece halklar arasındaki düşmanlık bitecektir.

Yeni haksızlıklara ve çatışmalara yol açacak talepler gerçekçi değil. Ki ben, benzer nedenlerle, Çerkesya için uçuk talepleri de doğru bulmuyor; Çerkes soykırımının tanınmasını, Çerkeslerin vatanlarına dönmelerini ve Çerkesya'nın yerli halkı olarak; ama diğer halklarla kardeşçe ve barış içerisinde yaşamasını öncelik olarak görüyorum. Bunları, dünyanın bütün halkları için istiyorum!

Zaman zaman dillendirilen, “Ermeni Soykırımı”nda kimlerin sorumluluğu var tartışmaları yapaydır. Hedef şaşırtma ve kafa bulandırma amaçlıdır.

Ermeni soykırımının sorumlusu veya suçlusu Osmanlı devletidir. Ve Osmanlı devletinin yasal mirasçısı Türkiye Cumhuriyeti çözmelidir bu sorunu. Ermeni katliamlarında, tehcir ve soykırımında kimlerin yer aldığı belirleyici  değildir. Hatta Osmanlı devleti bu iş için Afrika'dan birlikler getirmiş olsaydı bile soykırımın sorumluluğundan kurtulamaz, bu Afrikalılar soykırım suçlusu olmazlardı. Çünkü bir ulus devlet yaratmak, gayri müslimlerden kurtulmak için plan ve program hazırlayan, kanunlar çıkaran, örgütleyen ve yöneten Osmanlı devleti ve onun kurumları, askerleri, polisleri, ajanları, mirasçılarıdır.

Bu devlete hizmet eden, kurumlarında görev alan Çerkeslerin veya bölgede görece bağımsız hareket eden, yağmacılık ve çapulculuk yapan bazı Çerkes çetelerinin olması bu gerçeği değiştirmez. Bunlar Çerkes halkı için değil; Osmanlı devleti için yapmışlardır ne yapmışlarsa. Kışkırtılmış, kullanılmış, teşvik edilmiş, bazan da zorlanmışlardır. Bu nedenle Çerkeslerin komplekse veya savunma psikolojisine girmelerine, “biz birçok Ermeni'yi ölümden kurtardık, çocuklarına sahip çıktık” demelerine gerek yok.

Dünyanın her yerinde böyle katliamlarda kullanılanlar olmuştur. Mesela İkinci Paylaşım savaşında Alman ordusunda neredeyse 72 milletten asker vardı. Ama hem savaştan, hem de Yahudi soykırımından suçlanan, sanık sandalyesine oturan ve mahkum olan Nazi Almanyası oldu.

Ama şunun üzerinde düşünmemizde yarar var: “Nasıl oldu da, içimizden bir halka böyle zulüm yapabilecek insanlar çıktı?” Neden, biz soykırım ve sürgün mağduru olduğumuz halde, başka bir halka karşı bu suçların işlenmesine sessiz kaldık? Bunun nedenlerini, hangi vaadlerin ve propagandanın bazılarımızı böyle insanlıktan çıkardığını bilmek geleceğimiz için önemli ve yararlı olabilir. Çünkü, bu Çerkesler sadece Osmanlı'ya değil; Türkiye Cumhuriyeti'ne de hizmet etmiş, “temizlikçilik” yapmış, kirli işlere imza atmışlardır. Bu geçmişle hesaplaşmak bizim için, geleceğimiz için daha önemli.

Ve o dönemde, “Ermeniler Rusların dostu, Çerkeslerin ve islamın düşmanı” gibi propagandalarla ( aynı propaganda Balkanlarda, mesela Bulgar milliyetçilerine karşı da etkili olmuştu ) raydan çıkanlarımız kadar; asıl olarak bu propaganda, bu propagandanın ve malzemesi Rus düşmanlığının halkımıza verdiği zarar sorgulanmalıdır.

Merak etmeyin: Ermeni soykırımından Çerkesleri sorumlu tutan bir Ermeni kurumu yok. Bu iddiaları ortaya atıp kafa karıştıranlar Çerkesleri Ermeni düşmanı konumda tutmak, Türkiye'yi aklamak isteyen Türkçü ideologlar.

Bu ideologlar “sizin de parmağınız var” demo;jisi ile bizim soykırımı inkar etmemizi istiyor; soykırımı inkar ettirmek için bu silahı kullanıyorlar. Hangi hukukta yazıyor planlayanın, örgütleyenin, emri verenin, siyasi ve askeri gücü elinde bulunduranın masum, “katılanlar”ın veya sessiz kalanların suçlu olduğu?

Bu nedenle, asıl “Sorumlu tutuluruz” gibi nedenlerle Ermeni soykırımını inkar etmek veya sessiz kalmak böyle hata olacaktır. Çünkü inkar, Çerkes Soykırımını da tartışmalı hale getirecektir. Ermeni halkı ile Çerkes halkı arasında işbirliğini, yardımlaşmayı ve dayanışmayı dinamitleyecektir.

Son bir noktaya daha değinmek istiyorum. Bugün “Çerkes Ethem” konusunu gündemde tutup, Çerkes halkına bir kahraman gibi sahiplendirmeye çalışanlar da aynı “ideologlar”dır. Bu, onların B planı! Birilerinin Kemalistlerle hesaplaşmalarının bir aracı haline getirilen, ama ek olarak Ermeni ve Süryani katliamlarındaki rolü nedeniyle önemli olan Ethem, hayatı boyunca Osmanlı devletine ve Teşkilat-ı Mahsusa'ya hizmet etmiş bir katildir. Devşirmedir. Çerkes halkına hiçbir hizmeti olmamıştır. Hatta kendisi ile Çerkesçe konuşanlara, Çerkesçe bildiği halde Türkçe cevap verecek, Çerkesçe konuşmayı yasaklayacak kadar Türkçüdür. Çerkeslerin elinde patlatılmak istenen bu bombanın yaptıklarından Osmanlı devleti ve kendisi sorumludur.

Çerkeslerin demokratik hak ve özgürlüklerini talep etmeleri için Ethem'e veya ona itibarının iade edilmesine ihtiyaçları, Ethem'in de iade edilecek hiçbir itibarı yoktur! Bizi rahatsız eden, Ethem'in isminin başına önce “Çerkes”, sonra da “hain” eklenerek, Çerkes halkına hakaret edilmiş; Çerkes halkını sindirmenin bir aracı olarak kullanılmış olmasıdır.

Talebimiz, tarih kitaplarından Ethem'in başına getirilen Çerkes ibaresinin kaldırılması ve Çerkes halkından özür dilenmesi olmalıdır. Ethem'in itibarı da, hain mi kahraman mı olduğu da bizi ilgilendirmemelidir! Hainse, Türkiye Cumhuriyetinin haini; yok kahraman ise yine Türkiye Cumhuriyetinin kahramanıdır, bizim: Çerkes halkının değil.

Bu yazdıklarımı bilmeyenimiz yoktur. Veya internette biraz dolaşan bu bilgilere kolayca ulaşabilir. Zor olan, gerçekleri kabul edebilmek; ön yargıları kırmaktır.

Reyhanlı'da, Türkmen mahallesinde bir fırın var. Eskiden hamamdı. Sonra düğün salonu oldu, fırın oldu, herşey oldu. Ama eskiden bu bina, Ermenilerin kilisesi idi. Ve etrafında Ermeniler yaşarlardı. Çoğumuz bilmez. Şimdi yoklar, yok edildiler. Bu konu neredeyse bir tabudur, üzerinde konuşulmaz. Ama bilenlerin vicdanını sızlatır.

Benim de siyasi, vicdani ve ahlaki sorumluluğumdu Ermeni soykırımını anlatmak ve kınamak. Ermeni halkının acılarını paylaşıyor, adaletin tecelli etmesini tüm kalbimle diliyorum. 

  • facebook sharing buttonFacebook
  • twitter sharing buttonTwitter
  • pinterest sharing buttonPinterest
  • linkedin sharing buttonLinkedin
  • tumblr sharing buttonTumblr
  • vk sharing buttonvk
  • odnoklassniki sharing buttonOdnoklassniki
  • reddit sharing buttonReddit
  • whatsapp sharing buttonWhatsapp
  • googlebookmarks sharing buttonGoogle Bookmarks