
Hauti ile yaptığımız röportaja yönelik eleştiriler devam ediyor. Bazıları da bana küfrediyor. Olsun, ben alışkınım. Yazmaya ve tartışmaya devam edeceğim. Çünkü, konu önemli.
"Nefret objesi" başlığını daha önce "renkli devrimler"i anlattığım bir yazımda ele almıştım. Özetle; "renkli devrimler", önce bir nefret objesi yaratırlar, çünkü karşı olanları bir araya getirmek kolaydır. Bu nedenle bütün "renkli devrimler"in bir nefret objesi vardır.
Aslında devrimlerde hedef, sistemi değiştirmektir, ama bunu ve yerine neyin koyulacağını tartışmak zordur ve yeni ayrılıklara neden olur. Halbuki, yanlış konusunda kitleler daha kolay birlik olurlar.
Bizde de öyle oldu. Hauti'nin yanlışları üzerine başlayan tartışma, gelecek vizyonu çok farklı olan kesimleri bir araya getirdi, bir süre sonra DÇB'yi hedef aldı, DÇB'den çıkılıp yeni bir "Dünya Çerkes Örgütü" kurmaya evrildi.
Hep böyle olur ve hedefe ulaşıldıktan sonra "daha örgütlü" olup mücadeleyi sürükleyenler iktidara gelir: Geleceğin inşası demek olan bu aşamada, devrime katılan, ama iktidarı alan güçle aynı vizyona sahip olmayanlar tasfiye edilirler.
Mısır'da "devrimimizi çaldılar" diye ağlayan gençleri hatırlayın...
Konuyu daha ayrıntılı araştırmak isteyenlere mesela Hrant Dink Vakfı'nın "Nefret Söylemi" adlı kitabını tavsiye ederim.
Avrupa Konseyi nefret söylemine ilişkin tavsiye kararında bu kavramı şöyle tanımlamış: “Irkçı nefreti, yabancı düşmanlığını, Yahudi düşmanlığını veya azınlıklara, göçmenlere ve göçmen kökenli insanlara yönelik saldırgan milliyetçilik ve etnomerkezcilik, ayrımcılık ve düşmanlık şeklinde ifade bulan hoşgörüsüzlük de dahil olmak üzere hoşgörüsüzlüğe dayalı başka nefret biçimlerini yayan, kışkırtan, teşvik eden veya meşrulaştıran her türlü ifade biçimi.”
“Nefret söylemi, hukuk, politika yapımı ve akademi çevrelerinde yaygın olarak kullanılmakla birlikte... bu kavram, özellikle düşünce ve ifade özgürlüğü, ayrımcılık yasağı ve eşitlik gibi temel ilkelerle kesiştiği noktalarda halen bir tartışma konusu olmayı sürdürüyor."
Yani, nefret söylemi sadece bir ırkı, dini, ten rengini, cinsel kimliği, etnik kökeni... küçük görüp, onlara yönelik nefreti kışkırtmıyor; sadece karşı tarafı itibarsızlaştırmıyor; düşünce ve ifade özgürlüğünü hedef alıyor ve hoşgörüsüzlüğü yayıyor. Bu, toplumun muhafazakarlaşmasına, hatta gericileşmesine neden oluyor.
( Bu bölüm, neden muhafazakarlaştığımız üzerine kafa yoran o büyük "Çerkes düşünürü"ne katkım olsun...)
Hauti ile yaptığımız röportajın ilk bölümünde iki önemli bölüm vardı: Birincisi, Kabardey Çerkeslerinin 16. Yüzyılda Rusya’ya katıldıkları iddiası; ikincisi, Rusya’yı karşımıza alarak ve savaşarak hiçbir şey kazanamayacağımız tezi.
Birincisi yeterince tartışılmış ve sonuca bağlanmış bir konu: Çerkesler, Rusya’ya katılmadılar, sadece ittifak kurdular.
Bu dönemde birçok Çerkes, Rus ordusunda ve bürokrasisinde yükseldi, Rusya’nın kuruluşunda önemli bir rol oynadı. Ama hayat başka bir yönde aktı, Rusya Çerkesya’yı işgal etti, savaşta ve sürgünde nüfusumuzun yüzde doksanını kaybettik.
“Çerkes halkı, Rusya İmparatorluğunu bir savaşta yenemez. Böyle bir savaş, yeni büyük kayıplara neden olur.” söylemi ise yanlış değil; ben de böyle düşünüyorum ve bu düşüncemi birkaç kere yazdım.
İlk olarak Putin’in 2007 yılında Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşmadan sonra yazdım. Putin, bu konuşmasında, kısaca, “artık tek bir geri adım bile atmayacağız. Savaşsa savaş…” demişti.
2008 yılında Gürcistan’a girerek bu konudaki kararlılığını gösterdi.
Sonra Ukrayna’da renkli devrim/ler oldu, yine yazdım. “Maydan Devrimi”nden sonra daha ayrıntılı ve açık yazıp: “Üçüncü Dünya Savaşı geliyor” dedim ve kurumlarımızı, hazırlık yapmaya çağırdım.
Elbette bu bahsettiğim “hazırlık”, savaşa hazırlık veya silahlanma değildi. Tam tersine, ne olursa olsun, bütün savaşlardan ve çatışmalardan uzak durmamız gerektiğini söyledim.
“Bu savaş ve/veya muhtemel üçüncü paylaşım savaşı, bizi de derinden etkileyecek, Çerkes halkını buna ideolojik ve psikolojik olarak hazırlıklı olmalıyız” dedim.
Başka yazılar da yazdım, özellikle Suriye’deki kirli savaş veya Dağlık Karabağ savaşı-Ermenistan veya Ermeni sorunu üzerine.
Özetle dünyada yeni bir “paylaşım savaşı”nın başladığına; BM hukukunun hükmünü yitireceğine; kurulu düzenin ve ilişkilerin alt üst olacağına ve yeni ittifakların kurulacağına; küresel ve bölgesel güçlerin yeni mevziler kazanmaya çalışacaklarına inanıyordum.
Pek de yanılmadım sanırım.
Bu, bizim için hem bir risk hem de bir fırsattı. Riskti, çünkü Çerkeslerin yoğun olarak yaşadıkları coğrafyalarda da yaşanacaktı çatışmalar. Fırsattı, çünkü görünür olursak kurulacak yeni dünyaya sesimizi duyurabilirdik.
Ama başka bir tehlike daha vardı. Bizden birileri, bu fırsatı yanlış okuyup, “büyük kazanımların zamanı geldi”, diye düşünebilirlerdi. Bu, yeni maceralara yelken açmak demekti.
Ki, böyle düşünenler de çıktı.
Onlarla konuştum. Dinledim, anlamaya çalıştım. Belki de benim bilmediğim bir şeyler biliyorlar diye düşündüm.
Özetle: dünyadaki tek imparatorluk olan Rusya Federasyonu’nun yıkılacağına, yeni-ulusal devletlerin kurulacağına inanıyorlardı.
Hatta bu sene şöyle olacak, seneye böyle… diyorlardı. Sanki bir bilgisayar oyunu oynuyorlarmış gibi.
Hepsine tavır aldım, aramıza kalın bir duvar ördüm.
Bu, birilerinin iddia ettiği gibi, “Çerkesya düşüncesi"ne ihanet değildi. Tam tersine, asıl Çerkesya düşüncesini Rus düşmanlığı ekseninde formule etmek "Çerkesya düşüncesine" ihanetti.
Bugün yapmamız gereken, "Çerkesya"nın bir Rus düşmanlığı, geçmişle bir hesaplaşma veya intikam değil; diaspora Çerkeslerinin vatana dönüşü ve Çerkes halkının tarihi vatanı Çerkesya'da birliği; kimliğini, dilini ve kültürünü yaşatma talebi olarak örgütlemekti.
Rusya Federasyonu'nun sınırlarını tartışmamalı, Çerkesya söylemi vatanda yaşayanlar için bir risk faktörü olmamalıydı.
Bu nedenle Nalçık'ta yaşadığım yıllarda Çerkesya'nın daha görünür olması için çalıştım. Başarılı da olduk: Çerkesya pankartları, bayrakları ve kitaplar basıldı, halk oyunları grupları örgütlendi. Sanatçılar, ürünleri için "Made in Circassia" markasını geliştirdiler.
Elbette Rusya İmparatorluğunun da diğer imparatorluklar gibi bir gün yıkılacağına veya dağılacağına inanıyorum, ama bu dışarıdan bir baskı veya savaş ile değil; Rusya Federasyonu halklarının ortak iradesi ve mücadelesi ile, bir demokratik devrim ile olacak.
Biz hem vatanımızda hem de Rusya Federasyonu’nda diğer halklarla ve demokratik güçlerle ilişkiler kurmalı; asla Rusya İmparatorluğu’na tek başımıza bir savaş açmamalı, bu mücadelenin öncüsü olmaya soyunmamalıydık.
İlk günden beri - böyle - düşünüyor, böyle anlatıyoruz.
Ama her ulusal mücadelenin zirvesinin “siyasi bağımsızlık” olduğunu ve birilerinin bunu talep edeceklerini; yani bizim Çerkesya’mızın birgün birileri tarafından “bağımsız Çerkesya” olarak formüle edileceğini de biliyorduk.
Ve Rusya Ukrayna savaşı başladığında böyle düşünenler çıktı.
Bunlara iyi, isim isim bakın: Hemen hepsi Rusya düşmanı gruplardan ve çevrelerden geliyorlar. Daha önceki siyasi söylemlerini hep bu düşmanlık üzerine inşa etmişler. Çerkes Soykırımının yeni-diasporik kimliğimizin hamuru olması gerektiğini söylüyorlar.
Çünkü “Soykırım”, aynı zamanda soykırımcıya ( "haklı" ) düşmanlık veya soykırımcıdan nefret etmek demekti. İnsanları bu nefret ve düşmanlık söylemiyle mobilize etmek kolaydı.
Bu, Rusya Federasyonu ile sorunları veya çelişkileri olan devletler için de iyiydi, müdahale etmek istedikleri yerlerde böyle “zehirlenen” kitleleri daha kolay kendi saflarına çekiyorlardı.
Ermenistan’da, Suriye’de ve Gazze’de yaşananları daha yakından takip etmeliyiz dedim birkaç kere. DÇB de 24 Temmuz’da Suhum’da yaptığı toplantıda aynı şeyi tavsiye etmiş.
İyi yapmış, ama biraz geç kalmış.
Ermeni halkı bir devlet sahibi oldu, Ermenistan'ı var. Ama neredeyse 100 yıldır, sorunlarını çözemedi ve dünyanın Ermeni soykırımını tanımasının kendisine ekonomik ve siyasi bir getirisi olmadı.
Sonunda Paşinyan komşuları ile sorunlarını çözmedikçe Ermenistan’ın gelişemeyeceğini, nüfusunu bile tutamayacağını gördü ve tam da Hrant Dink’in dediği gibi, Ermenilerin damarlarından “Soykırımcı Türk” kanını atmak gerektiğini söyledi.
Elbette soykırımı inkar etmiyor, ama bugün önceliğimiz değil, diyor.
Suriye’deki Kürtler de çok dikkatliler söylemlerinde. Hep “Biz Suriye’nin bir parçasıyız; bağımsızlık değil, kendi kendimizi yönetmek ve kimliğimizle, dilimizle, kültürümüzle yaşamak istiyoruz” diyorlar. Hiçbir halkı-devleti düşmanlaştırmıyorlar.
Savaşmak için yeterince nüfusları, silahları ve deneyimleri olmasına rağmen, barış içinde birlikte yaşamak istediklerini söylüyorlar.
Çünkü savaşı kazanacak olsalar bile, hem çok büyük kayıpları olacak hem de savaş sonrasında bir düşman ile yan yana yaşamak zorunda kalacaklar. Bu nedenle, savaşsız bir çözüm arıyorlar Kürt sorununa.
Gazze ise, bunun tam tersi bir örnek. Filistinli örgütler, “Yahudileri denize dökeceğiz”, “Nehirden Denize Bağımsız Filistin”i kuracağız gibi ayakları yere basmayan söylemler ile Filistin halkını zehirlediler. Dünyadan alacakları desteği abarttılar.
Ve Filistin halkı büyük acılar ve kayıplar yaşıyor.
Elbette suçlu Filistin topraklarını işgal etmiş olan İsrail, elbette Filistin halkı ulusal taleplerinde haklı, ama yöntemleri yanlış.
İran’ı dost zannediyorlar, halbuki İran’ın bölgesel ekonomik ve siyasi çıkarları için, İsrail ile savaşacak kitlelere ve örgütlere, yani vekil güçlere ihtiyacı var. Hamas’ı da, Hizbullah’ı bu nedenle destekliyor.
Bütün bu sıcak deneyimlerden benim çıkardığım sonuç:
Haklı talepler, güçler dengesi gözetilerek ve doğru yöntemlerle dile getirilmeliler. Haklı olmak, demokratik ve barışçıl yöntemlerle bile, her şeyi isteyebileceğin anlamına gelmiyor.
Eğer senin zaferin, rakibinin hayati çıkarlarına zarar verecek, onun için büyük bir yenilgi ve kayıp anlamına gelecekse, savaş çıkar. Bu nedenle, eğer savaşı kazanamayacaksan, savaşa neden olacak taleplerden, söylemlerden ve eylemlerden uzak durmalısın.
Peki Rusya’nın Çerkesya’dan veya Kafkasya’dan defolmasını istemek böyle bir talep mi? Evet böyle bir talep. Küresel bir güç olma iddiası oldukça, Ukrayna ovaları ve Çerkesya, Rusya için vazgeçilmezdir.
Rusya’nın bu coğrafyalardan defolmasını istemek, savaşa çağrıdır.
Ki bizim, 2011 yılında, Taksim’de, 21 Mayıs’ta, “Rusya Kafkasya’dan Defol” sloganını atanlarla birlikte yürümememizin nedeni de buydu.
Biz hala aynı yerde duruyoruz!
“Bağımsız Çerkesya”yı dillerine dolayıp, bize yurtseverlik dersi vermeye çalışanlar, hem Çerkesya idealine zarar veriyor hem de bugün yapılabilecek olanların yapılamamasına neden oluyorlar.
Çoğunun samimi olmadığından da eminim. İşte Ukrayna’da tam da yıllardır aradıkları şartları ve desteği buldukları halde, hiç biri Rusya ile savaşmak için Ukrayna’ya gitmedi.
Sonuç olarak, Hauti’nin bir sürü yanlışının yanında, hem yeni kayıplara hem de sürgünlere neden olabilecek bir “savaştan kaçınmalıyız” uyarısı doğrudur.
Hauti değil, o koltukta kim oturursa otursun, aynı şeyleri söylerdi.
Ama bu, DÇB’nin ve Hauti’nin her konuda doğru oldukları, yapılması gerekenleri yaptıkları anlamına gelmiyor.
Birlikte yaşama iradesi ekseninde daha dik durabilir, demokratik hak ve özgürlüklerimizi talep edebilirler. Bugünkü duruşları, devlete destek olmaktan öteye gitmiyor. İnsanları asıl rahatsız eden de bu!
Ama bunlar da sadece Hauti’nin veya DÇB’nin yanlışları değil. Bizim hemen hemen hiçbir örgütümüz veya kurumumuz demokratik değil. Demokratik hak ve özgürlükler için mücadele etmiyor.
Ürdün'de de, Suriye’de de durum aynı. Daha dün Şora, “biz Suriye’nin ayrılmaz bir parçasıyız” demedi mi? Suriye daha ademi merkeziyetçi karakterde örgütlenirken bizim bir talebimiz var mı?
Bunları yazdığım için bana DÇB ve Hauti ile ilgili yazdıklarımı hatırlatıp, “değiştiğimi” veya “döndüğümü” ima edenler oluyor.
Şimdiye kadar yazdığım/ız herşeyin arkasındayım. DÇB, demokratik bir sivil toplum örgütü değil. Ama bütün günahların anası da değil.
Bana sürekli "Hauti seni deport etmedi mi? Nasıl hala onu savunuyorsun?" diye soranlar o konuda yazdıklarımı tam olarak okumamışlar. Nalçık'tan deport edilmemi ve 21 Mayıs 2016’da sınırdan içeri alınmamamızı Türkiye’den birileri Hauti’den istedi, Hauti de yaptı. Bu durumda yalnız Hauti mi suçlu? İkincisi, DÇB bileşenleri hızla onun yerine başka, daha yurtsever birini bulmalılar.
Yani ben Hauti'yi savunmuyorum. Hauti'nin bir "nefret objesi" yapılmasının altında yatan nedenleri irdeliyorum. Ve bunun neden olabileceği olumsuzluklardan sakınmaya çalışıyorum.
Ve sorun sadece DÇB veya Hauti değil, bizim örgütlerimiz.
Bakın bu sene Çerkesya Gençlik kampına gelmek isteyen gençlere birileri, “o kampa gitmeyin, onlar ajan” dediler, hatta bir dernek yöneticisi bayan bizim kampımıza gelecekleri dernekten atmakla tehdit etti.
Biz “Kaf Fed veya başkaları her sene 100 kamp örgütlesinler, biz de 101.sini örgütleriz” derken, kampta hiçbir kurumumuz hakkında olumsuz bir şey söylemezken, ki buna Caner, Onur, Ayça arkadaşlar da şahitler, bizim kampımıza tahammül edemeyenler suçsuz mu?
Böyle başa, öyle tarak işte…
Hatko Schamis
13 Kasım 2025




