HATKO SCHAMIS: İNSANLARIN VATANI ÇOCUKLUĞUDUR...

#1093 Ekleme Tarihi 13/09/2016 01:56:20
İNSANLARIN VATANI ÇOCUKLUĞUDUR... cerkesya-son Günlerdir „Allahın lütfu olan bir darbe" ile yatıp kalkıyoruz. Hangi kanalı açsan bir tartışma programı. Eski askerler, polisler, ajanlar... „gazeteciler“ Türkiye’nin nasıl bir felaketin eşiğinden döndüğünü anlatıyor, FETÖ’ye, „darbeciler“e veya teröristlere küfrediyor, "tankların önüne yatanları" kahramanlaştırıyorlar... Hepsi, ağız birliği etmişçesine „15 Temmuz çok hain, çok şerefsiz bir darbe girişimiydi, Türkiye'yi işgal etmek istediler“ diyor, bu konuda şüphe duyulmasını, hatta soru sorulmasını dahi istemiyor; 15 Temmuz'da gerçekten ne olduğunu tartışmıyor, buna tahammül bile edemiyorlar. Tam bir algı operasyonu.  Eskiden liberal-demokrat olduğunu sandığımız ama artık politik olarak nerede durduğunu bilmediğimiz  ( büyük ihtimal kendisi de bilmiyor ), on yıl gecikmeli de olsa „Çerkesya“ demeyi öğrenmiş bir abimiz de hızını alamamış, 12 Eylül ile 15 Temmuz'u karşılaştırıyor ve „12 Eylül'de halk darbeye direnmemişti“, „solcular dindarları kıskanıyorlar“ veya „birileri Çerkeslerin onurunu kurtardılar“ gibi şeyler söylüyor. Ama anlattığı kendi hikayesi, Türkiye'nin ve „solcu“ların değil. Yoksa 12 Eylül'de sadece işkencede öldürülenlerin sayısının bile bütün 15 Temmuz „darbe“ sürecinde ölenlerden daha fazla olduğunu bilir. Biliyor da! Sanırım bir yerlere mesaj vermek istedi. „Beni görün“ dedi. Belki de moda "Paris" değil ve „Avrupa Birliği Türkiye'yi de, Çerkesleri de kurtaracak“ demek prim yapmıyor. Ve Türkiye'de muhalif olmak, gerçekleri söylemek artık daha zor. Bu nedenle her zaman yaptığı gibi önce "tatlı sular"da pozisyon alıyor ve bu sulardan akıl veriyor. Eskiden „gözlem“ yapmak, gözlemlerini yazmak istediğini söylerdi. Ama her gözleri güzel olan güzeli göremiyor, gözlem yapamıyor işte. Özetle „15 Temmuz gecesi ve sonrası muhafazakar kitleler 12 Eylül’de devrimci ve demokratların yapamadığını yaptılar. Darbeyi önlediler. Demokrasi kazandı. Kıskandım. Çerkesler de bu sürece daha kitlesel katılsalardı, ne güzel olurdu“ diyor. Ama niye-hangi „demokrasi“ kazandı? 15 Temmuz’dan önce Türkiye’de demokrasi mi vardı? İktidar demokrat mıydı veya demokrasiyi mi örgütlüyordu? Bunları tartışmıyor... Halbuki 15 Temmuz’dan önce „mevzuat“ bir kenara bırakılmamış mıydı? Topluma muhafazakar bir yaşam biçimi dayatılmıyor muydu? „Farklı olanlar“ın yaşam tercihlerine sözlü ve fiili olarak saldırılmıyor muydu? Devlet çetelerle kol kola girip „İstanbul'dan yönetilmek için can atan coğrafyada“ ve Suriye’de her türlü melaneti örgütlemiyor muydu? „Darbeciler“ Amerikancıydı da, iktidar değil mi? İkisinin de Türkiye'nin daha NATO'ya girerken kararı alınan Türkiye’yi islamlaştırma misyonu yok mu? Sonra, devletin saat 16:00'da darbeden haberi olmuştu. Hatta bir „darbeci“ saf değiştirip 2 gün önce „darbe“yi MİT'e ihbar etmiş diyorlar. Ama kimse son iki gün veya 15 Temmuz günü saat 16:00 ile 21:00 arası devletin ne yaptığını bilmiyor? Pardon, „darbe“yi haber alan bir komutan ve bazı komutanlar düğündeler! Ve „darbe“ oluyor, ama başbakan ve Cumhurbaşkanı kuvvet komutanlarına ve MİT başkanına ulaşamıyorlar, ama bu komutanlar ve MİT başkanı hala görevlerinin başındalar. Veya „darbeciler“ köprüye 2 tank ve 30 asker göndermişler, ama Cumhurbaşkanına „İstanbul’a gelin. Biz sizi koruruz“ diyen 1. Ordu komutanı bu köprüye 6 saat boyunca müdahale etmiyor. Ve daha yüzlerce karanlıkta kalan, üzerinde konuşulmayan çelişki... Herşey bir yana, insan bu kadar lanet okuduğu bir „darbe“ye, „Allah’ın lütfu“ der mi? Eğer bu „darbe“ „Allah’ın bir lütfu“ ise, bu bahane ile yapılması planlanan başka bir şeylerin olduğu açık değil mi? Uzatmayayım. Bugün yaşananlar ortada. Türkiye'nin demokratikleşmesi yönünde tek bir adım atılmıyor. Ve „demokrasi nöbetleri“ tutanların ağızlarından demokrasi ile ilgili tek bir kelime çıkmıyor. Çıkmayacak da! Çünkü, „darbe“ye karşı sokaklara dökülenlerin ve „demokrasi nöbetleri“ tutanların, bir kamuoyu yoklamasına göre, % 92'sinin derdi „demokrasi“ değildi. Şeriattı, Erdoğan'dı, AKP iktidarıydı ve bu iktidarın siyasi-sosyal vizyonuydu. Veya „tek dil, dek din, tek devlet ve tek millet“ti. Sokaklara AKP, MHP, Vatan Partisi ve ülkücüler, Osmanlıcılar, cihatçılar hakimdi. Bu kitle ilkesel olarak darbelere karşı değildi, olmadıkları için 12 Eylül’ü alkışlamışlardı. Ve gelecekte Türkiye’de demokratik bir devrim ihtimali ortaya çıksa, devrimcilere, demokratlara, liberallere ilk saldıracaklar yine bunlar olacaklar. Ki 15 Temmuz akşamı, bunlardan bazıları, zamanı geldi zannederek, Kürtlere ve LGBT’lilere saldırdılar. Bu nedenle devrimciler, demokratlar veya 15 Temmuz öncesi iktidara muhalif olanlar sokaklara çıkmadılar. “Darbe” taraftarı oldukları için değil; “şer ile ehven’i şer” arasında kaldıkları, “darbe”nin bastırılmasından sonra neyin geleceğini bilmedikleri için, “FETÖ’cü darbe”nin başka bir darbenin veya diktatörlüğün bahanesi olacağını düşündükleri için… Ve korktukları başlarına geldi! 15 Temmuz'dan beri devlet “sıfırdan” yeniden örgütleniyor, KHK'larla yönetiliyor. Muhalif gazeteler, TV'ler ve radyolar kapatıldı. Belediyelere kayyumlar atandı. Gözaltına alınan, işlerinden atılan akademisyen, gazeteci, öğretmen, memur veya işçi sayısı çoktan 12 Eylül'de atılanların sayısını geçti. Gözaltı süresi de! Ve işkence "geri geldi". Tasfiye edilenlerin çoğunun „FETÖ“ ile ilişkileri yok. Ve bunların yerine kendi yandaşları veya başka tarikat-cemaat mensupları işe alınıyor. “FETÖ’cüleri temizliyoruz” diyerek, 15 Temmuz'dan önce de doğru düzgün işlememişlerse de, kuvvetler ayrılığını temsil eden kurumları tasfiye ediyorlar. Anayasa mahkemesi, sayıştay, yargıtay kalmadı. Meclis göstermelik olarak var. Daha da önemlisi, Türkiye, 4 yıldır girmek için can attığı, "MİT'e diğer taraftan bir kaç roket attırarak bahane üretmeyi bile düşündüğü" bir savaşa girdi! Bu mu "demokrasi" veya "yarı demokrasi"? Bunların bizi ilgilendiren boyutu ne? Lafa gelince herkes Çerkes olduğunu ve derdinin Çerkeslik olduğunu söyler. Barış, demokrasi, özgürlük, kardeşlik... falan filan der. Ama mesele bunları söylemek veya yazmak-çizmek değil; bu sorunlar kapıyı çaldığında doğru tavır alabilmektir. Çünkü bu sorunlar kapıyı çaldığında veya her şey sıcağı sıcağı yaşanırken insanlar „aidiyetleri“ neyse veya neredeyse öyle tavır alırlar. 15 Temmuz’da da böyle oldu: İçerisinde yaşadığımız ülkelerin sorunlarına taraf olmamamız gerektiğini söyleyenler veya Çerkes bayrağının her yerde açılmasını istemeyenler ellerinde Türk ve Çerkes bayrakları ile en önde yürüdüler. Savaşa ve şiddete karşı olduklarını söyleyenler elde silah savaşmanın propagandasını yaptılar. Çünkü, Türkiye’yi „vatan“ bellemişler. Kendilerini bu topraklara ait hissediyor, geleceklerini Türkiye’de örgütlemek istiyorlar. Çerkeslikleri, „yerli ve milli“ kimliğin bir bileşeni ve zenginliği. Daha da kötüsü, Türkiye’nin içerideki ve dışarıdaki çıkarlarının bekçisi olmak olmak istiyor, Çerkes halkını Türkiye’nin hizmetine sunmaya çalışıyorlar. Çerkes halkının diasporada bu kadar hızlı asimile olmasının başlıca nedeni... ve kelimenin gerçek anlamıyla devşirmeliktir bu! Ne yazık ki bütün kurumlarımız bu hastalığa yakalanmış durumdalar... Çerkesler elbetteki içerisinde yaşadıkları ülkelerde ve dünyada yaşanan sorunlara ilgisiz kalamazlar, kalmamalılar da. Ve elbetteki tavır almalılar; ama haklıdan, doğrudan, güzelden yana taraf olmalılar. Ve bunu yaparken: 1-    Öncelikleri Çerkes halkının çıkarları olmalı ve süreçlere kendi özgün talepleri ile taraf olmalılar. 2-    Çerkes ulusal sorunlarının çözümünde izleyeceğimiz yol ve yöntemle uyumlu, demokratik eylemler örgütlemeliler. 3-    Ve bizim için bir sistem veya politik bir güç Çerkes halkının demokratik hak ve özgürlüklerini tanıyorsa ve Çerkes Sorunu’nun çözümüne -de- hizmet ediyorsa demokratiktir. Yoksa değildir! Bu nedenle Suriye’de savaş başladığında, kimin haklı kimin haksız olduğuna bakmaksızın „bu savaş bizim savaşımız değildir“ dedik ve savaşın tarafı olmadık. Çünkü ne Esad ne de muhalifler Çerkeslere bir şey vaad etmiyorlardı. Hangisi kazanırsa kazansın, Çerkeslerin yaşamında değişen bir şey olmayacaktı. Ve mücadele yöntemleri demokratik değildi. Bu nedenle bizim kendi taleplerimizle ve demokratik mücadele yöntemleriyle bu sürece katılmamız mümkün değildi. Peki Türkiye’de bunu neden başaramıyoruz? Neden başkalarının gündemlerine ve sorunlarına bu kadar angaje oluyoruz?  Çünkü biz kendimizi Türkiye’nin bir zenginliği olarak görüyor, Türkiye’ye ait olduğumuzu düşünüyoruz. Geleceğimizi Türkiye’de planlıyoruz. Tıpkı bazı -çoğunluk- Suriye Çerkeslerinin Suriyeli olması gibi, biz de Türkiyeliyiz. Kurumlarımızın faaliyetleri Çerkeslere Türkiye’de bir yer veya bir alan açma eksenli. Bu nedenle „eğer televizyonumuz olursa, eğer Çerkesçe okul açma izni verilirse, eğer dilimize ve xabzelerimize sahip çıkarsak, eğer...“ diyerek bu ülkede geleceğimizi örgütleyebileceğimizin, bu ülkede Çerkes kalmamızın mümkün olduğunun propagandasını yapıyorlar. Bir yayınevimiz neredeyse her sene „Kurtuluş savaşında Çerkesler“, „Osmanlı’da Çerkesler“, Haremde Çerkesler, Selamda Çerkesler“... diye kitap çıkarıyor. Ağzını açan papağan gibi Türkiye’nin de vatanımız olduğunu söylüyor. Böylece Çerkeslerin Türkiye’ye aidiyetlerini ve statükoyu güçlendiriyorlar. Pembe hayaller kurmamıza, boşa kürek çekmemize ve Çerkes Sorunu’nun çözümüne hizmet edecek bir mücadele örgütleyemememize neden oluyorlar.    Türkiye’nin bütün siyasi örgütlerinin ve güçlerinin bizim bu ülkenin asli unsuru-zenginliği olduğumuzu, bizi çok ama çok sevdiklerini söylemelerinin altında yatan hinliği göremiyoruz. Hatta bununla gurur duyuyoruz. Çünkü poh pohlanmayı seviyoruz! Halbuki bütün bu söylemler bizim Türkiye‘ye aidiyetimizi güçlendirmeye, siyasi süreçlere müdahil olmamıza ve bu yolla asimile edilmemize yarıyor. Türkiye şövenist-ırkçı bir devlettir. „Tek dil, tek bayrak, tek devlet, tek millet“ söylemi bu devletin partiler üstü resmi politikasıdır. Çerkeslerin asimile olması bu devletin umurunda bile değildir ve bize asla varlığımızı garanti edecek kadar hak ve özgürlük ve maddi destek vermeyecektir. Ama bir mucize olsa ve  Türkiye demokratikleşse, hatta ekonomik-sosyal yaşamımızda bazı iyileştirmeler olsa bile, bizim için, yani Çerkes kimliği için değişen bir şey olmayacak, kazanacağımız hak ve özgürlüklerle asimilasyonu durduramayacağız. Bizim „demokratik hak ve özgürlüklerimiz için mücadele etmeliyiz, ama bu hak ve özgürlüklerle diasporada varlığımızı devam ettirebiliriz gibi bir hayal kurmamalıyız; kazanımlarımızla ulusal dinamiklerimizi güçlendirmeye ve öncelikle vatana dönüşü örgütlemeye çalışmalı, içerisinde yaşadığımız ülkelerin politik süreçlerine ölesiye taraf olmamalıyız“ dememizin nedeni de budur. Çerkes sorunu, açlık-yoksulluk veya din iman değil; Çerkes halkının dilinin, kültürünün ve kimliğinin asimile olmasıdır. Ve bunun nedeni Çerkeslerin kimliklerine, kültürlerine, dillerine duyarsız ve asimilasyonu kabullenmiş olmaları değil, bugün sahip oldukları veya olası bir demokratikleşme sonrası sahip olacakları hak ve özgürlükler ile dillerini, kültürlerini ve kimliklerini koruyamayacak olmalarıdır. Çünkü içerisinde yaşadığımız ülkelerde o kadar dağınık bir halde yaşıyoruz ki, dilimizi ve kültürümüzü hakim dil ve kültür olarak örgütleyebileceğimiz ortak yaşam alanlarımız yok. Bu nedenle diasporada herhangi bir ülkede, en demokratik olanında bile geleceğimiz yok... Ve eğer Çerkes kalmak istiyorsak, Çerkesya’ya dönmekten başka çaremiz yok! Çerkesya’da herşey daha iyi olduğu için değil; Çerkeslerin sadece Çerkesya’da böyle bir yaşam alanı örgütleme hakları ve şansları olduğu için...      Elbetteki diasporada geçen 150 yıl veya 5-6 kuşak sonra vatana dönmek kolay değildir. Bu nedenle dönüşü, tek tek bireyler veya gruplar halinde örgütlenmeye devam etmek gerekirken; asıl olarak dönüşün ekonomik-siyasi ve maddi altyapısını hazırlamamız gerekiyor. Çerkes soykırımının tanınması, vatana dönüş hakkı, çifte vatandaşlık, Çerkes kimliğine siyasi ve hukuki bir statü kazandırılması... bu mücadele alanının alt başlıklarıdır. Diaspora örgütlerine: Federasyonumuza ve derneklerimize düşen  görev, sadece sosyal ve kültürel faaliyetler örgütlemek değil; asıl olarak vatanı ekonomik, siyasi ve demografik olarak güçlendirmektir. Sosyal ve kültürel faaliyetlerinde Çerkes halkına, özellikle çocuklarımıza vatan bilinci vermektir. Kırmızı çizgilerimiz olmalıdır. Çerkeslerin vatanının Çerkesya olduğu böyle bir kırmızı çizgidir ve ulusal vizyonumuzdur. Bunu sulandıran, „Türkiye, Suriye veya bilmem neresi -de- vatanımızdır“ veya „Çerkesya ana/ata/vatanımız, Türkiye vatanımızdır“ gibi söylemler Çerkes ulusal bilincini çarpıtmaktadır. Ki devlet ve siyasiler de bunu inkar etmiyor, Çerkeslerin Kafkasya’dan Türkiye’ye göç veya sürgün edildiklerini, artık Türkiye’nin vatanımız olduğunu söylüyorlar. Eğer bizi asimile edenlerle aynı şeyi söylüyorsak, oturup bir düşünmeliyiz. Diaspora örgütlerinin bütün faaliyetlerinin merkezinde Çerkesya ile bağ kurmak, Çerkesya’yı güçlendirmek olmalıdır. Bunun için, diasporanın Çerkesya’ya; Çerkesya’daki siyasal-sosyal haritaya ve vatanın ihtiyaçlarına göre yeniden şekillenmesi ve örgütlenmesi gerekiyor. Bütün kurumlarımızın hızla Çerkes kimliği altında örgütlenmesi bunların başında geliyor. Kurumlarımızın, şu veya bu nedenle, hala Çerkes dernekleri ve Federasyonu olarak örgütlenmemiş olması affedilmez bir hatadır. Ve Çerkes olduklarını söyleyenlerin buna karşı çıkmalarının mantıklı hiçbir gerekçesi yoktur. Bütün dünya sadece Adıgelere „Çerkes“ diyor. Ve „biz Çerkesiz“ diyen Adıgelerden başka bir halk yok. Bunu artık kimse değiştiremez. Öyleyse bu gerçekliğe göre yeniden örgütlenmeliyiz. Örgütlenemiyorsak, bu işin altında bir bit eniği var demektir...Samimiyetsizlik var demektir! Vakit kaybetmeden „Çerkes Dernekleri“ni ve „Demokratik Çerkes Dernekleri Federasyonu“nu ve „Kuzey Kafkas Halkları Konfederasyonu“nu örgütlemeliyiz. Kurumlarımızın demokratik bir karakterde örgütlenmeleri de yaşadığımız coğrafya ve Çerkesya’nın gerçekleri dikkate alındığında hayati öneme sahiptir. Çerkes kimliğinin, kültürünün yaşaması ve Çerkesya’nın yeniden inşası ancak demokratik bir dünyada mümkündür. Ne ulusal varlığımızı ve kimliğimizi inkar eden ırkçı-şövenist devletler veya siyasi güçler; ne de kültürümüzü-xabzelerimizi yaşamamıza engel ümmetçi-tek tipçi akımlar Çerkes halkının çıkarına değildir. Çerkesya’da, hakim kültürün ve dinin hristiyanlık olması nedeniyle ulusal kimliğin ve kültürün korunmasında pozitif bir rol oynayan islam, diasporada, özellikle siyasal iktidarı ele geçirdiği ve toplumsal yaşamı örgütlediği Müslüman ülkelerde asimilasyonu hızlandırıyor. Mesela Suriye’de bu nedenle artık kızlı erkekli düğünler yapılmaz olmuştu. Arap kültürü yaşamın her alanına girmiş, Suriye Çerkeslerini araplaştırmıştı. Suriye Çerkeslerinin araplaşması „din kardeşliği“ üzerinden olmuştur. Bunu tespit etmek bir „din düşmanlığı“ değildir. İslam dini, güzel bir dindir. Barış, kardeşlik ve yardımlaşma dinidir. Ama başkalarının istedikleri gibi yaşama hakkını tanımayan, sözlü veya fiili olarak yasaklayan veya aşağılayan bir söylem barışa, Çerkes halkının birliğine ve Çerkesya’nın yeniden inşasına hizmet etmez. Çerkesya’da Çerkes ve müslüman olmayan halklar da yaşıyorlar. Hatta bu halklar çoğunluktalar. Bu gerçekliğe göre politika yapmalıyız. „Bize ne onlardan, defolsunlar“ diyemeyiz. Onların da Çerkesya’da yaşama hakları var. Yapmamız gereken bizim Çerkesya’nın yerli halkı olduğumuz gerçeğini ve Çerkes halkı olarak Çerkesya’da birlik olma hakkımızı onlara kabul ettirmektir. Bu talebimizden ve bizden korkmamalılar, birlikte barış içinde ve kardeşçe yaşamak istediğimizden emin olmalılar. „Yarın çoğunluk olur bizi keserler veya kovarlar“ diye düşünen insanların bize ve taleplerimize dostça yaklaşmaları ve haklı taleplerimizi desteklemeleri mümkün olmaz. Aynı şekilde RF’nu karıştırmak, Çerkesleri RF’na karşı kışkırtmak isteyenler hariç, RF’nun ve demokratik dünyanın bölgede barışa ve huzura hizmet etmeyecek bir örgütlenmeye ve talebe destek vermesi mümkün değildir. Tüm bu nedenlerle Çerkes halkı ve kurumları „demokratik“ olmalıdır, demokratik bir karakterde örgütlenmelidir, demokratik yöntemlerle mücadele etmelidir ve demokratik mücadelenin bir bileşeni olmalıdır. Bunun için en küçük birimden, yani birey olarak kendimizden başlayarak bütün kurumlarımızı demokratik ilkeler ekseninde yeniden örgütlemeli; demokrasiyi, açıklığı, katılımcılığı içselleştirmeli; çevremizde olup bitene duyarlı olmalı ve demokratik olana, demokratik mücadele yöntemleri ile taraf olmalıyız. Çerkesya bizim vatanımızdır, ama henüz siyasi bir örgütlenme değildir. Siyasi bir statüsü yoktur. Yani Çerkes halkı tek bir siyasi birimde yaşamıyor. Bu bölünmüşlük Çerkes halkının birliğinin ve gelişmesinin önündeki en büyük engeldir. Ve hem RF Anayasasına hem de uluslararası yasalara terstir. Çerkes halkı Çerkesya’nın yerli halkı olduğunu, vatanına dönmek istediğini RF’na ve tüm dünyaya, öncelikle de çocuklarımıza anlatmalıdır. Misyonumuz ve vizyonumuz bu olmalıdır. Unutmayalım ki „insanların vatanı çocukluğudur“. Çocuklarımıza vatan sevgisini aşılamak öncelikli görevimizdir.  
  • facebook sharing buttonFacebook
  • twitter sharing buttonTwitter
  • pinterest sharing buttonPinterest
  • linkedin sharing buttonLinkedin
  • tumblr sharing buttonTumblr
  • vk sharing buttonvk
  • odnoklassniki sharing buttonOdnoklassniki
  • reddit sharing buttonReddit
  • whatsapp sharing buttonWhatsapp
  • googlebookmarks sharing buttonGoogle Bookmarks