VİZYON YOKSA MİSYON DA YOKTUR! (3)

#30 Ekleme Tarihi 02/10/2015 12:22:08

05 Mart 2010 Cuma Saat 09:15

 

Rüzgârın nasıl estiği değil, sizin yelkeni nasıl açtığınız belirler ne yönde yol alacağınızı…  

Yazımı göndermek üzereyken Abhazya 1. Devlet Başkanı ve Abhaz Halkının politik-askeri önderlerinden sayın Vladislav Ardzınba’nın ölüm haberi geldi. Gerçekten üzüldüm…

Cefasını çekmişti, gönül isterdi ki bu günleri de doya doya yaşasındı. Abhaz halkının sayın Ardzınba’nın açtığı yolda yürüyeceğine ve onun yerini de dolduracağına yürekten inanıyorum.

Mekanı cennet, yaşamı bize örnek ve Abhaz Halkının da başı sağ olsun.   

Bu hafta Erhan Abi ile sohpete devam etmek istiyorum. Beni anlayamadığını söylemişti ya… Artık aynı sofrada oturmuyoruz, ama birbirimizi duyamayacak veya dinleyemeyecek kadar uzak olduğumuzu da zannetmiyorum. Şimdi Erhan Ağabey, “ceberrut devlet” dönemi kapanmadı, zaten özel mülkiyet var oldukça da böyle devletler tarihe karışmazlar, karışamazlar. Ama bu devletlerin hepsi değilse bile bazıları artık işe yaramıyor. Bu nedenle işe yaramayanlar “tasfiye oluyorlar“. İşe yaramıyorlar, çünkü pazardan kopmadıkça halkların kendi siyasal örgütlenmelerine-kurumlarına sahip olmaları artık bir “tehlike“ arz etmiyor. Nedeni de aslında basit: Serbest rekabetçi kapitalizm döneminde ve daha sonra iç pazara yönelik üretimin ağırlıklı olduğu dönemlerde kapitalistler için iç pazarlarını korumak hayati öneme sahipti. Bunun için bir yandan devletleri kutsayıp sınırları içerisindeki ayrılık potansiyeli taşıyan toplumsal grupları veya halkları tasfiye-asimile etmeye çalıştılar; diğer yandan da “korumacı“ ithalat ihracat ve gümrük yasalarını çıkardılar. Bugün ama iç pazar tekellerin dişlerinin kovuğunu bile doldurmaz. Artık pazar “tüm dünya“ ve egemenler de “uluslar üstü“. Hatta bir mal, tüketicinin eline geçinceye kadar artık neredeyse on ülkeden geçiyor. Artı, eskiden bir Sosyalist Blok vardı. Uluslaşmak veya kendi ulusal kurumlarına sahip olmak kapitalist pazardan kopmak veya emperyalist hegemonyanın dışına çıkmak ve çoğunlukla da Sosyalist Blok’a dahil olmak anlamına gelebiliyordu. Bugün böyle bir blok yok, yakın gelecekte de olmayacak. Keza siyasal sorunlarla boğuşan devletler kaynaklarını ve enerjilerini ekonomik kalkınmaya yönlendiremiyorlar. Baskı altına aldıkları halkları motive edemiyorlar. Ve insanlık artık ortaçağda yaşamıyor, devlet kutsal değil. İnsanlar ve toplumlar artık demokrasi, insan hakları, barış, özgürlük gibi kavramları giderek daha çok sahipleniyorlar. İşte bu gibi nedenlerle “daha büyük pazarlar“dan çıkarı olanlarla, “ceberrut devletler“in eziyet ettiği halkların “ulusal“ çıkarlarında yer yer bir örtüşme var ve eski siyasi sınırlar değişiyor. Korunmaları da gerekmiyor, çünkü kimseye bir yararları yok. En sağlıklısı beklentileri de belli ölçülerde tatmin ederek pazara eklemlemek. Çünkü insan topluluklarının kendi kendilerini yönetmeleri maddi ve manevi kaynaklarını harekete geçirmelerine yarıyor, ekonomik gelişmeyi tetikliyor. Yani pazardan kopmadıkça kendi kendini yönetme mekanizmaları aslında zararlı değil. Bu nedenle Kanada ve Avustralya gibi önemli bir “ulusal sorun“u olmayan devletler bile daha federal karakterler almaya başladılar. RF de bunu yapamaz mı? Yapabilir tabii ve ileride ne olur bilinmez ama şimdilik bunu yapabilecek gücü yok. AB veya ABD rakipleri olabilecek ülkelerin önemli kaynaklara ulaşmalarını veya sahiplenmelerini engellemeye, bu ülkelerin pazarlarına açılmaya çalışıyor; burada yaşayan halklara daha iyi olanaklar vaat ediyorlar.

RF’nun bugün için “süper bir güç“ olarak dünya ölçeğinde rakip olması veya rekabet edebilmesi mümkün değil. Şu anda müdahale gücü yakın çevresi ile sınırlı. Hatta o da tam değil. Ekonomisi de, siyasi yapısı da zayıf. Öyle SSCB dönemini anlatıp ve bu dönemin diktatörlükleriyle karşılaştırıp “RF’ndaki demokratik hakları abartmak“ veya ekonomisini rakipleriyle değil, herhangi bir Afrika ülkesiyle kıyaslamak doğru değil. 

Dünya değişti, değişiyor. Faşist Kolombiya veya Kral Hasan’ın Fas’ı bile etnik toplulukların (Fas’ta Berberi dili 4 veya 5 yıldır artık okullarda okutulmaya başlandı) ulusal–tarihsel haklarını tanıdılar ve bu halkların dillerini devlet okullarında ikinci dil olarak öğretiyorlar. Bak Avustralya’dan sonra Kanada’da da olimpiyatlara yerli halkların sosyal ve kültürel damgalarını vurmaları kimseyi rahatsız etmedi bile. Aslında SSCB’nin de emperyalistlerle rekabet edebilecek bir sanayisi yoktu. Stalin dönemindeki kalkınma bir atımlık baruttu, sonrasında büyük bir durgunluğa girdi. Gelişmenin gerisinde kaldı. Sosyalist Blok yıkıldıktan sonra bu ülkeleri gezenler bilirler. Koca sanayi tesisleri ve hatta binalar sanki inşa edildiklerinden beri bir daha el sürülmemiş, yenilenmemiş gibiydiler, dökülüyorlardı. Başkentlerdeki veya dış ülkelerin görebilecekleri yerlerdekiler hariç. Medvedev’in bir iki hafta önce açıkladığı nano teknolojiyi ve oto sanayini geliştirme kararları, Batının bu bilim dalını geliştirmekte artık 3. aşamaya girdiğini bilenlerin yüzünde bir tebessüm yaratmaktan başka bir işe yaramaz.

Adı hala Federasyon olan, ama artık “federasyon“u atıp “Rusya“ demeyi tercih eden ve zaten federasyondan başka her şeye benzeyen; “cumhuriyet“ ve hatta “devlet“ diye nitelenen birimlerinin demokratik bir ülkenin özerk bölgeleri kadar bile hak sahibi olamadığı RF, SSCB’den bu konuda önemli bir miras aldığı halde “demokratik haklar açısından“ dünyanın en kötü ülkeleri liginde oynayabilir ancak. 

Ve henüz rakipleriyle mücadele edebilecek ekonomik birikimi ve çevresindeki ülkeleri veya halkları bir arada tutabilecek cazip bir pazarı olmadığı için de RF’nda “demokratikleşme“, “parçalanma“ veya “dağılma“ riskini doğuruyor. Kanada’daki bir yerli halk bağımsız olsa bile sonuçta Kanada’nın etkin ve hakim olduğu pazardan çıkamaz, ama aynı şeyi Gürcistan veya Ukrayna için söyleyebilir misiniz? Zaman zaman RF’ndaki özellikle petrol ve gaz fiyatlarındaki artış nedeniyle ödenebilen dış borçlardan veya biriken 400 milyar dolarlık rezervlerden bahsedilir, ama “Batı“nın sadece son krizi aşmak için sisteme pompaladığı yaklaşık 8 trilyon dolar (bu rakam ekonomistlerin tahminidir. Çünkü henüz kimse krizin boyutunu tam olarak bilmiyor) unutulur. Yani o birkaç yüz milyar dolar o kadar da büyütülecek bir rakam değildir.

Zenginleşirse RF’nun kendine güveninin artacağı, daha hızlı demokratikleşeceği ve Rus olmayan halklara daha çok özgürlük vereceği doğrudur. Ama hem RF’nun böyle zenginleşecek bir teknik birikimi ve potansiyeli yok - RF ekonomisi başlıca silah sanayisine ve enerjiye dayalıdır. İhracat gelirlerinin % 55’i petrol ve gaz, % 40’ı da silah, maden, kimya ürünleri ile hizmet ve yalnızca % 5’i sanayi ürünlerinin satışından gelmektedir- hem de Batı’nın, RF’nun gelişip güçlenmesini seyredeceğini sanmıyorum, seyretmiyor da. Ve RF bunu biliyor.

Sovyetler Birliği yıkılırken yaşananları RF’nun unutması mümkün değil. AB ve ABD verdikleri sözleri bile tutmadılar. Eski Sosyalist ülkeleri NATO gibi askeri örgütlenmelere dahil ettiler. Hatta kimi eski SSCB ülkelerini de sıraya koydular. RF yeni egemen devlet veya cumhuriyetlerin de bu yönde kararlar almalarından korkar. Hele Gürcistan deneyiminden sonra.

Ama RF’nun yalnızca ekonomik değil, siyasi olarak da sorunları var. Ve yalnız ülke sınırları içerisinde yaşayan halklar veya ABD ve AB ile değil, ittifak kurmak istediği “önemli“ komşularıyla da. O şatafatlı yıllarda ele geçirdiği kimi toprakların sahipleri “ölen öldü, kalan sağlar bizimdir“ demiyorlar.

Moskova uzun zamandır yeni arayışlar içerisinde. Tek kutuplu dünyaya karşı olduğunu dile getirmekte ve yine bir süper güç olabilmek için çeşitli girişimlerde bulunmakta, Çin’in de içinde olduğu BRIC ( Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) ve ŞANGHAY( Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Çin Rusya ve Özbekistan) gibi örgütlenmelere gitmektedir. Rus–Çin ilişkileri biraz da dünyaya gözdağı vermek için uyum içinde gibi gözükse de iki ülke arasında ikili ilişkileri kilitleyen ciddi anlaşmazlıklar var. Rusya’daki milliyetçi akımlar Çin’i ciddi ciddi rahatsız ediyor ve aralarında hala çözülmemiş tarihsel sorunlar var. Rusya’daki Çin nüfusu ve en önemlisi Pekin’in Rusya Federasyonu’nun Uzak Doğu ve Sibirya bölgesine yönelik politikaları atılabilecek şeyler değiller. RF’nun 1/3’ne tekabül Uzak Doğu bölgesinde 6,5 milyon insan yaşıyor ve bu nüfus 2002 yılından günümüze 600 bin, Sibirya bölgesinde ise 1 milyon kadar azalmıştır. Bu rakamlar daimi ikametgâh adresleri göz önüne alınarak hesaplandığı için gerçeği tam yansıtmıyor. Aslında azalma daha büyük. Buna karşın yaklaşık 100 milyonu Çin’in Kuzey Doğu’sunda olmak üzere, 300 milyon Çinli, Çin’in RF ile olan sınırları boyunca yaşamakta ve 1,5 milyonu legal olmak üzere 6,5 milyon Çinli’nin de RF’nda yaşadığı tahmin edilmektedir. RF’nda ekonomik sıkıntılardan dolayı özellikle Sibirya, Uzak Doğu ve Kuzey bölgelerinden merkeze doğru ciddi bir nüfus hareketliliği ve iç göç yaşanmakta; Rusların göç ettiği yerlere ise Çinli’ler yerleşmektedir. Çin’in böyle bir politika izlemesinin tarihsel nedenleri var. Çin'in Kuzeydoğu bölgesindeki Heyluntszyan, Tszilin ve Lyanin bölgeleri ile RF'nun Primorski, Yahudi Özerk Bölgesi, Amur bölgesi ve Habaravski Kray’ının bir bölümü ile Mo;listan’ın doğusunu kapsayan bölgeye Mançurya denilmekteydi ve eskiden Çin’e aitti. Ruslar 1850’lerden sonra yavaş yavaş bu bölgeye yerleşmeye başladılar. Sonra, “Opium“ savaşlarını fırsat bilen Rus Çarlığı, 1860’larda Çinlilerin Dış Mançurya diye adlandırdıkları bu geniş petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip bölgeyi „hileli anlaşmalarla“ topraklarına kattı. Çin uzun zamandır bu anlaşmaların haksız olarak yapıldığını savunmakta ve düzeltilmesini istememektedir. Hatta tarih kitaplarında bu bölgeler için “geçici olarak kaybedilmiş Çin toprağıdır” denilmekte olup, okullarda öğrencilere bu bölgelerin Çin’e ait olduğu ve Rusya’nın vermemek konusunda direndiği öğretilmektedir. SSCB’nin dağılmasından sonra Çinli tüccarlar Sibirya ve Dış Mançurya ile yoğun ticari ilişkiler geliştirdiler, artık bölgede büyük bir nüfusa sahipler. Hatta ticaret ve hizmet sektörünün kontrolünü ele geçirdikleri iddia ediliyor. Ticaret de tamamen Çin’e bağımlı hale gelmiş durumda.

Mao Zedong, zamanında “Rusya haddinden fazla toprak işgal etmiştir: yaklaşık yüz yıl önce Ruslar ikili anlaşmaları ihlal ederek, Baykal gölünün ordan Boli (Habarovsk), Hayşenveyem (Vladivastok) ve Kamçatka yarım adası olmak üzere Doğuya doğru bütün bölgeyi Çin’den kopararak almışlardı…Biz bununla alakalı Ruslarla daha hesaplaşmadık” demişti. Bugünkü Çin de aynı görüşte. Çin’in, Batıyla bunca sıkıntıya rağmen RF ile ittifak kurmakta tereddütlü davranmasının altında böylesi sorunlar yatmakta. Belki de, “RF zor duruma düştüğünde zaten bir şeyler vermek zorunda kalacaktır“ diye düşünmekte.

Başka bir tarihsel sorun da RF ile Japonya arasında yaşanıyor. 2. Dünya Savaşında Sahalin adasını ve Kuril adalarını kaybeden Japonya bunları “geçici olarak SSCB’ye bıraktıklarını“ öne sürüyor ve geri istiyor. Hatta Japon Parlementosu 2009 yılında almış olduğu tek taraflı bir kararla Rusya’ya bağlı Kuril adalarını kendi toprağı olduğunu ilan etti. Bu adaların bulunduğu Ohot denizinin dünyanın en zengin balık rezervlerinden birine sahip olması ve nüfusunun yoğunluğu nedeniyle Japonya önümüzdeki dönemde bu bölgeleri geri alma yönündeki çabalarını devam ettirecektir. Artı, Sibirya bölgesine yönelik ABD üst düzey yetkililerinin kimi açıklamaları da kafalarda soru işaretleri uyandırıyor. Eski Dışişleri bakanı Albright 2005 yılında “Sibirya gibi bir bölge, tek bir ülkeye aitse adalet bunun neresinde? Sibirya’nın zenginliklerinin sadece Rusya’ya ait olması haksızlık, Sibirya’yı uluslararası gücün denetimine vermek lazım” demişti. C. Rice da Dışişleri bakanıyken “Sibirya tek bir devletin toprağı olamayacak kadar büyük bir bölge” diye bir açıklama yaptı.

Tüm bunlar şuna işaret ediyor: RF’nun hem imparatorluk hevesiyle ele geçirdiği topraklar ve hem de diğer emperyalist güçlerle rekabet nedeniyle önemli sınır ve toprak sorunları var. 

RF son dönemde bu sorunlara önlem olsun diye Orta Asya ülkelerinde yaşayan etnik Rusları nüfusu azalan Uzak Doğu ve Sibirya bölgelerine yerleştirmek istemiş, bu insanlara vatandaşlık işlemlerinde kolaylaştırıcı yasal düzenlemelere gitmişti. Ama başaramadı. Bu bölgeler yaşam kalitesi açısından Ruslara cazip gelmemekte, bu yüzden de Batı bölgelerine yönelik iç göçün önü alınamamaktadır. Demografik sorunlar da RF’nin güvenliğine ve bütünlüğüne yönelik ciddi bir tehdittir. RF’nun nüfusu alınan tüm önlemlere rağmen azalmaya devam ediyor. 12 Ocak 1989 nüfus sayımına göre Rusya Federasyonu’nun nüfusu 147 milyon 22 bindi. 2002 yılında 145 milyon 274 bine düştü. Nedenlerini tartışmak istemiyorum ama Rusya Devlet İstatistik Enstitüsü’nün 1 0cak 2009 tarihli verilerine göre Rusya Federasyonu’nun nüfusu 141 milyon 903 bindir. 2009’da yeni doğan çocuk sayısının biraz artmış olması yaraya merhem olacak düzeyde değildir. Gerekli tedbirler alınmaz ise ve şu anki nüfus artışı göz önüne alındığında RF’nun nüfusunun 2025 yılında 120 milyona, 2050 yılında 100 milyona, Rusya Bilimler Akademisi Sosyal-Politik Araştırmalar Enstitüsünün tahminine göre ise 83 milyona kadar düşecektir. RF’nun en sorunlu yıllarında bile (1990’lı yıllar) ülkenin nüfusu sadece 2 milyon kadar azalmıştı; “Rusya’nın yeniden dirilişi“ olarak ifade edilen son 9-10 yıllık zaman diliminde ise, eski SSCB ülkelerinde yaşayan yaklaşık 25 milyon etnik Rus’un 10 milyon kadarının Rusya’ya geri dönmesine rağmen nüfusta 4 milyon civarında bir azalma yaşanmıştır. Daha daönemlisi bu nüfusun dağılımıdır. RF’nun topraklarının büyük kısmı Asya içinde kalıyorsa da nüfusunun yüzde 80’i Avrupa kıtası içinde yaşamaktadır. Nüfusun toplandığı merkezler de Moskova ve Privoljski Federal bölgeleridir. Topraklarının 2/3’nin bulunduğu Uzak Doğu ve Sibirya Federal bölgeleri ile Asya kısmında ise nüfusun sadece yüzde 20’si yaşamaktadır. RF’nun Rus’un yaşamadığı, “yayılma“ yıllarında ele geçirdiği, diğer emperyalist güçlerin iştahını kabartan ve burada yaşayan halklarına ekonomik olarak pek birşey veremediği bu bölgeleri uzun vadede elinde tutabilmesi mümkün müdür? Zor! Bunun için yapacağı askeri harcamalar RF’nun ekonomisine soğuk savaş yıllarında olduğundan daha çok zarar verecektir.

Peki ABD ve AB ile Çin ve Japonya gibi ülkelerle RF arasındaki rekabet ve “örtülü savaş“ durumu biter mi? Eşyanın doğasına aykırı bu! Sorunlar “adil“ veya yeni güçler dengesinin gerektirdiği şekilde çözülmedikçe ve özel mülkiyet varoldukça ne rekabet ne de „savaş“ bitmez. Ve dünya altüst olup yeni dengeler kurulmadıkça RF’nin “Batı“ ile arasındaki mesafeyi kapatabilecek kadar zenginleşmesi biraz zor. Demokratikleşerek zenginleşmesi daha mantıklı, daha mümkün. Bu durumda diğer devletlerin yolundan giderek daha sosyal, özgürlükçü, demokrat bir karakter almalı ve sınırları içerisindeki halkların potansiyellerini özgürce harekete geçirebilmelerine olanak tanımalıdır. İşte bu zorunluluk biz Çerkeslerin de önüne tarihsel bir fırsat çıkarmaktadır. Kendi ayakları özerinde durma ve „egemen bir halk olma“ fırsatı. Zaman zaman sen de dahil kimi insanlarımız ayaklarımız üzerinde durabilecek potansiyelimizin olmadığını, “merkeze muhtaç olduğumuzu“  söylersiniz. Doğru değildir bunlar. 

Aynı şeyler SSCB döneminde de söylenir, bu ülkelerin merkezsiz yaşayamayacakları iddia edilirdi. Ama işte Baltık Ülkeleri, Kazakistan, Türkmenistan, Azerbaycan neredeyse yeniden inşa edildiler. Hatta merkezden biraz daha bağımsız hareket edebilme olanaklarına kavuştuğunda, 1996 ve 1997’lerde, Dağıstan bile güçlü bir ekonomik atılım yapabilmiş; Çinli, İngiliz, İtalyan, Türk, Güney Koreli yatırımcılar Dağıstan’a ilgi göstermişti. Bu dönemde Dağıstan belki de tarihinin en büyük büyüme hızına sahiptir. Bugün merkez hem vergilere ve hem de zenginliklere el koymakta, bunların ancak bir kısmını ki sağlıklı işleyen bir ekonomi olmadığı için bunun da çoğu “arpalık“ olarak kullanılmaktadır, “sübvansiyon“ görüntüsü altında dağıtmakta; yani sonuçta yine kendisi karlı çıkmakta, daha da önemlisi bu yolla bölgelerin ve birimlerin merkeze bağımlılıklarını devam ettirmektedir.

Başka bölgelerin ne yapabileceklerini, potansiyellerini bilmiyorum; ama    mesela Adigey’in de içerisinde olduğu Çerkesya’nın en az RF’nun Hazar Havzasındaki kadar zengin petrol ve gaz yataklarına sahip olduğunu biliyorum. Bunların haritaları zamanında Le Monde Diplomatique’de de yayınlanmıştı. Keza topraklarımız verimli (RF’nun ekilebilir toprakları ülkenin % 10’una tekabül ediyor, bunun da ¾ ü Kuzey Kafkasya’dadır), yeraltı kaynaklarımız zengin ve turizm potansiyelimiz büyük. Yani aslında bizim kendi ayaklarımız üzerinde durabilecek potansiyelimiz var, ama bunları ancak daha demokratik ve özgürlükçü RF’nda Çerkes Diasporasına ve uluslararası pazarlara açılarak hayata geçirebiliriz. Şimdi şu can alıcı soruya gelelim. Çerkeslerin kendi topraklarında, kendi ayakları üzerinde duran “egemen bir halk“ olarak yaşayabilmesi için RF’den kopması ve bunun için de RF ile savaşması mı gerekiyor? Ekonomi veya politikadan biraz da olsa anlayan aklı başında hiçbir bir Çerkesin bunu isteyebileceğini sanmıyorum. Çerkesya’nın yanı başında RF gibi büyük bir düşman komşuya rağmen gelişmesi mümkün değildir. “Çerkesler topraklarında egemen bir halk olmayı ama komşularıyla barış içerisinde birlikte yaşamayı“ savunmalı ve savaşı reddetmelidirler. Hem uluslararası yasalar ve hem de RF Anayasası bizim tarihsel topraklarımızda egemen bir halk olarak yaşamamızı mümkün kılmaktadır. Ama böyle bir yasa olmasaydı bile bizim bunu talep etmemiz gerekirdi, çünkü bu bizim tarihsel hakkımızdır. Şunu unutmamak lazım: Büyük güçler arasındaki rekabet ve çatışma biz  “kurtulduktan“ sonra da bitmeyecektir. Bu rekabetin ve savaşın “meydanı“ haline gelmekten halkımızın hiçbir çıkarı yoktur. Öyleyse bizim için doğru olan RF’nun demokratikleşmesini, tarihsel yanlışları düzeltmesini, daha özgür ve içerisinde yaşayan halklar için gelecek korkusu olmayan bir ülke haline gelmesini istemekten geçmektedir. Çerkesya böyle bir Federasyonda daha hızlı gelişecek, güçlenecek ve mutlu olacaktır. Bu yazıya paralel olarak Bask ve kısmen Katalon halklarının gelişimini anlatmamın nedeni, bir halkın aşağıdan yukarıya doğru da uluslaşabileceğini, devlet olmadan da bir ulusu var eden kurumlara sahip olabileceğini ve savaşmadan da toprakları üzerinde egemen olabileceğini göstermek içindir. Burada sihirli sözcük, demokrasidir. Hem isteyenlerin ve hem de kendisinden bir şeyler istenenlerin demokrasiye inanmaları, demokratlaşmalarıdır. 

RF bunu yapar mı? Bugün seçtiği yol bu değil, çünkü RF ekonomisi hala çok kırılgan ve zayıf. AB veya ABD’ye rakip olabilecek bir ekonomik gücü ve çekiciliği olmadığı için “egemen olanların“ ayrılacağından ve AB’nin veya ABD’nin yörüngesine gireceğinden korkuyor. Şimdilik RF’de “devlet sopası“ gösterilerek ve “dış güçler ülkemizi parçalamak istiyor“ söylemiyle bir sükunet sağlanmış durumda. Ama hem rakip güçler “rahat durmuyorlar“, hem de sükuneti sağlamak için alınan önlemler ulusal birimleri eritiyor, potansiyellerini geliştirmelerini engelliyor. Ulusların buna uzun süre seyirci kalmayacakları ve bir gün seslerini yükseltecekleri kesin. Tüm bunlardan çıkartılabilecek sonuçlar şöyle özetlenebilinir: RF’nun demokratikleşmesi ve ekonomisini geliştirmesi gerekiyor. SSCB yıkıldığı zaman ortaya çıkan mafya ekonomisi bitirildi gibi. Yani belli bir istikrar yakalandı. Şimdi de ekonomisini geliştirmek istiyor. Bunu başarabilirse arkasından da demokratikleşme gelecektir. En azından plan bu. Çin de bunu yapmak istiyor, “önce ekonomi, sonra siyaset“ diyor. Ama ben RF’nun Çin’in izinden gitmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Çünkü Çin tam Batı’nın ihtiyaç duyduğu bir zamanda “açıldı“. Hatta aslında bugünkü Çin’e Batılı ülkeler de ihtiyaç duydular. Özellikle Sosyalist Blok ile rekabet yıllarında kapitalist ülkelerin emekçilerinin de ciddi sosyal kazanımları olmuştu. Fakat “Blok“ yıkıldıktan sonra kapitalistlerin bu kazanımları tırpanlama fırsatı doğdu. Bu öyle birdenbire olamazdı. İşgücünün kendini yeniden üretebilmesi için gerekli temel ihtiyaç maddelerinin de ucuzlaması gerekiyordu. Çin batıya bu imkânı sundu. RF’nun bu şansı, Batı’nın da artık böyle bir RF’na veya ikinci bir Çin’e ihtiyacı yok.

RF’nda merkezin mesela AB gibi bölgeleri geliştirebilecek potansiyeli olsaydı, demokratikleşmeyi bir süre daha erteleyebilirdi; ama bu potansiyeli veya zenginliği yok. 

Potansiyelinin olmadığını şimdi göremiyorsa bile yakında görecektir. Bu iş öyle petrol ve gaz satarak mümkün olsaydı İran, Irak, Venezüella veya Arabistan gibi ülkelerin dünyanın en zengin ve güçlü ülkeleri olmaları gerekirdi. RF kurulu dengeler hesaba katıldığında ve yakın gelecekte ekonomik bir süper güç olamayacaktır. Buna müsaade etmeyecekler. Hindistan’la biraz yakınlaşmaya çalıştığında Hindistan’ı teröristler eliyle dört bir yerden vurdular. Çin ile kimi anlaşmalar gündeme geldiğinde Uygurlar “ayaklandı“. Ve emperyalistlerin ellerinde daha başka “kozların“ olduğundan dakuşku duymuyorum. Bu nedenle ciddi bir kalkınma hamlesi başlatamıyor. Eski Batı Almanya’nın Doğu Almanya’yı entegre edebilmek için trilyonlar harcamak zorunda kaldığını, hala çalışanların maaşlarından “dayanışma aidatları“nın kesildiğini düşünürseniz RF’nun işinin ne kadar zor olduğunu anlarsınız. Bu durumda bölgelerin kendi potansiyellerini harekete geçirmeleri, ama bunun için de ekonomik ve siyasi kararları kendilerinin alabilmeleri gerekiyor.

Yani RF’nun aslında gelişip zenginleşmesi ve Birliği koruyabilmesi için de, çevresindeki ülkeler için bir çekim merkezi olarak kalabilmesi için de demokratikleşmekten başka çaresi yok. RF demokratikleşmek; yani hem Rus halkının ve hem de diğer ulusların-halkların ulusal-demokratik hak ve özgürlüklerini tanımak zorunda.  

Çünkü tek bir ulusun egemenliğine dayalı çokuluslu devletlerin başkalarının ayrılma ve “özgür ortaklık“ hakkını tanımadan demokratikleşmeleri mümkün değil. Bu RF demokratik bir ülke ve bir Federasyon olmaktan çok uzak! Federasyonu oluşturan halklar veya birimler, en azından çoğu, bırakın eşitliği, kendi varlıklarını garanti edebilecek kadar bile hak sahibi değiller. Çoğu diyorum çünkü dünyanın her yerinde olduğu gibi nasıl ki demokratikleşmeden herkes eşit pay alamıyorsa, asimilasyon politikalarından da herkes aynı payı almıyor. Dinamik, diri, güçlü halklar hem topraklarına ve hem de ulusal yaşamlarına daha egemenler; daha çok ulusal ve demokratik hak sahibiler. Elbette nüfus önemli bir rol oynuyor, ama tek başına belirleyici değil. İşte Karaçaylar ulusal kurumlarını güçlendirmede, ulusal çıkarlarını Cumhuriyete hakim kılmada bizden daha başarılılar. Cumhuriyet yalnızca Karaçayların Cumhuriyeti olmadığı halde daha cüretkar kararlar alabiliyorlar, devlet kurumlarına ve eğitime Karaçay dilini hakim kılmaya çalışıyorlar. Bizim gençlerimiz bu ve benzeri talepleri dile getirdiklerinde ama “savaş tamtamları“ çalınıyor dema;jisi yapılıyor. Barış, huzur, diğer halklar vs edebiyatı. Tüm bunlar RF bir güç değil veya olamaz anlamına gelmiyor. RF “bölgesel bir güç“tür ve böyle kalmaya da devam edecektir. Ama bu gücü ekonomisinden değil askeri potansiyelinden kaynaklanmaktadır. Zaten SSCB döneminde de ekonomik değil, siyasi-askeri bir güçtü ve RF bu mirası devraldı. Bu durumda RF için “zenginleşerek demokratikleşme“ modeli geçerli değildir ve RF için politik olarak demokratikleşmekten başka bir yol yok. Bu da ulusal ve demokratik örgütlenmelerin görevi. RF, yukarıdan aşağıya demokratikleşmez. Bunu tek başına Putin de yapamaz, Medvedev de. Çünkü bugünkü RF eski SSCB’nin dev bürokratik aygıtını, araçlarını, alışkanlıklarını ve reflekslerini olduğu gibi devralmıştır. Putin veya Medvedev’i o makamlara getiren de RF halkları değil, bu “dev aygıt“tır. 

Yoksa öyle piyan;dan çıkar gibi, seçilmelerinden bir yıl öncesinde adları sanları bilinmeyen bu insanların o makamlara gelebilmeleri mümkün olur muydu? Demokratik bir ülkede böyle bir şey mümkün mü? Ama RF’nun demokratikleşmesi de bir “iç sorun“dur ve dış güçler buna bulaştırılmamalıdır. Bu çerçevede girilecek ilişkiler RF’nun “dış düşmanlar“ karabasanları görmesine ve demokratikleşmenin baltalanmasına neden olur.

Bizim “demokratik-federal bir RF“ sloganı altında birleşmemiz gerekiyor. Ayrılmayı değil; demokratik birliği, “özgür ortaklığı“ savunmamız. Ama aynı zamanda ulusal taleplerimizi gündeme getirmemiz; ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel yaşamımıza ulusal çıkarlarımızı ve değerlerimizi hakim kılmamız…

Rusya Federal yasaları çok daha demokratik bir RF’nu mümkün kılıyor. Bunu yine demokratik yollardan talep etmemiz ve aynı talepleri olanlarla dayanışmamız gerekiyor.

Ama bu da önce ne istediğimizi bilmekle ve sonra mücadeleyle olur, elleri açıp Allah’a yalvararak değil.  

Devam edecek…

  • facebook sharing buttonFacebook
  • twitter sharing buttonTwitter
  • pinterest sharing buttonPinterest
  • linkedin sharing buttonLinkedin
  • tumblr sharing buttonTumblr
  • vk sharing buttonvk
  • odnoklassniki sharing buttonOdnoklassniki
  • reddit sharing buttonReddit
  • whatsapp sharing buttonWhatsapp
  • googlebookmarks sharing buttonGoogle Bookmarks